Kadir Dedem, Erzincan’da doğmuş, ardından Sivas Yıldızeli Pamukpınar Köy Enstitüsü’nden mezun olmuş. Bende kalan tek hatırası, dört beş yaşlarındayken teyzemlerin Pendik’teki evinde bana bir masal okuduğu o kısacık sahne. Ama dedemi düşündüğümde, sesinin yalnızca bir masalı değil, Cumhuriyet’in yarım kalmış destanını da fısıldadığını duyarım. Çünkü sesinin ardında, emeğin ve bilginin birbirine karıştığı, köklerinden doğan bir ülkenin hayali vardı.

Köy Enstitüleri, Cumhuriyet’in en radikal atılımıydı. Kazmanın yanına kitabı, ekmeğin yanına şiiri, emeğin yanına düşünceyi koymak… Bu kadar sade, bu kadar devrimci. Bir ülke kendi gücünü kendi çocuklarında bulmaya karar vermişti. Ama işte tam da bu yüzden, bu hayal yarım bırakıldı. Çünkü bilgiyle birleşmiş emek, daima korkutucudur: çıkarı koruyanlara, karanlığı sürdürmek isteyenlere, cehaletten nemalananlara.

Ve unutulmamalıdır ki bu devrim yalnızca toprakla, yalnızca bilgiyle sınırlı değildi. Köy Enstitüleri, kadınların hukuki kazanımlarını da somutlaştırmıştı. Kadın çalışacak, okuyacak, üretecek; kısacası bilecekti. Artık kadın özgür olacaktı. Cumhuriyet’in hayali, yalnızca köy çocuklarını değil, kadınları da zincirlerinden kurtarmaktı.

Bugün Türkiye’ye baktığımda soruyorum: Dedemin ve arkadaşlarının mirası neden yarım kaldı? Bir zamanlar köy çocukları dünya klasikleriyle tanışırken, bugün gençler sınav maratonlarının nefessiz bıraktığı, ekran ışıklarının esir aldığı bir hayatta geleceğin belirsizliğini bekliyor. “Reform” adı altında sunulan düzenlemeler, inşa etmekten çok zemini de bozuyor. Ezberin zinciri hâlâ kırılmadı; bilgi hâlâ hayatın kendisine dönüşemiyor.

Biz, köy enstitülü dedelerin ve ninelerin torunlarıyız ama onların halk için duyduğu sorumluluktan çok uzağız gibi hissediyorum. Bizim kuşağımız bireyselliği putlaştırdı, konforu kutsadı, köklerinden hızla koptu. Halk için, toplum için, ülke için düşünmek yerine herkes kendi küçük hayatının dar çemberine sığındı. Çünkü biz, miras aldığımız o feneri taşımakta çoğu kez isteksiziz. İstekli olduğumuz anlarda ise cezalandırılmamız an meselesi.

Dedem ve arkadaşları, cehaletle savaşırken kalemlerini bir silah değil, bir fener gibi kullandılar. Bugün bizim elimizde telefon ekranlarının ışığı var, ama o ışık yolumuzu aydınlatmıyor. Onların feneri bir halkı ayağa kaldırıyordu; bizim ışığımız çoğu zaman kendi gölgemizi bile göstermiyor.

Enstitülerin üstüne “ahlaksızlık”, “tehlike”, “uçurum” damgası vuran zihniyet, bugün farklı maskelerle hâlâ aramızda dolaşıyor. Dün yobazlıkla susturulan ışık, bugün çıkar hesaplarıyla boğuluyor. İsimler değişti, söylemler değişti, ama zihniyet aynı kaldı. Bugün de hâlâ “fazla sorgulayan” gençler tehdit sayılıyor, “fazla bağımsız” düşünen kurumlar hedefe konuyor, “fazla özgür” fikirler susturuluyor.

Ve işte asıl trajedi: Köy Enstitüleri kapatıldığında, bir ülkenin yalnızca okulları değil, hayalleri de kapatıldı. Bugün hala o boşluğun içindeyiz. Cumhuriyet’in masalı yarım kaldı; bizse masalı yeniden yazmak yerine, masal anlatıcılarını bile unuttuk.

Bu yüzden benim kimliğim, yalnızca İstanbul’da doğmuş birinin sıradan hikâyesi değil. Benim kimliğim, Trabzon’un hırçın dalgalarıyla Erzincan’ın sessizliğinde; Yıldızeli’nin enstitü sıralarında yoğrulmuş bir bilincin toplamı. Kalemi elime her aldığımda, aslında Kadir Dedemin fenerini taşıyorum. Ve o fener bana yalnızca yolumu değil, borcumu da gösteriyor: O masalı tamamlamak.

Türkiye’nin hâlâ karbeyaz adımlara ihtiyacı var. Çünkü bir ülke, yarım bırakılmış adımlarla yürüyemez. Cumhuriyet hâlâ eksik bir hayalse, bunun sebebi o adımların tamamlanmamış olmasıdır. Bizim kuşağımızın görevi, artık nostaljiye sığınmak değil; masalı yeniden yazmaktır.

Köklerimizi hatırladığımız, küçük hayatlarımızdan büyük emeklerle sıyrıldığımız yarınlara…