Geçen hafta öğrencilerimin vizeleri vardı. Fransa’daki profesörlerimden biri, asistan arkadaşlarımla bana kendi cevap anahtarını gönderdi ve beklenmedik bir şey söyledi:
“Sizce yeterli mi, siz de kontrol eder misiniz?”

Bu soru, bir bilim insanının kendine duyduğu o verimli güvensizliğin ifadesiydi. O an içimden « Ben de bir gün profesör olduğumda böyle olmalıyım dedim ». Çünkü bilim, kesinliğin değil, daima başka bir gerçeğin mümkün olabileceğine inanmanın alanı.

Ama Türkiye’de son yıllarda, akademinin üzerinde tuhaf bir sessizlik dolaşıyor. Bu sessizlik yalnızca amfilerde değil, zihinlerde de hissediliyor. Düşünmek yorgunluk, sorgulamak gereksizlik olarak görülüyor. Akademi, bir zamanlar hakikatin izini süren bir alan iken, şimdi çoğu yerde idari bir mekanizmanın dişlilerine sıkışmış durumda. Gerçekle uğraşmak, sanki hiçbir somut faydası olmayan bir lüksmüş gibi.

Fransa’da ise atmosfer farklı. Üniversitenin kapısından içeri adım attığınızda bile düşüncenin ağırlığı hissediliyor. Tartışmalar sert ama samimi; fikirler çatışıyor, kişiler değil. Akademisyen, bilgiye hizmet ediyor mesela, iktidara değil. Öğrenciler öğretmenlerini sorguluyor, öğretmen bundan rahatsızlık değil, sevinç duyuyor.

Derslerde öğrencilerim bana zorlayıcı sorular yönelttiklerinde garip bir mutluluk hissediyorum. Çünkü o sorularda bilimin canlılığını, düşünmenin estetiğini görüyorum. “Bilmiyorum” diyebilmek bir lükse dönüşüyor; ama belki de bilimin en dürüst cümlesi hala bu.

Fransa’daki bu fark yalnızca bugünün meselesi değil. Bu ülke, düşüncenin özgürlüğü için yüzyıllar boyunca bedel ödedi. Bilgi, kilisenin zincirlerinden ve kralların buyruğundan kurtularak kendi alanını yarattı. Collège de France gibi kurumlar, bu geleneğin somut simgeleri: orada kimseye ders “verilmez,” bilgi “paylaşılır.” Dinleyici, öğrenci değil; arayışın eşlikçisidir. Bu tarihsel mücadele sayesinde, iktidarın akademiye doğrudan müdahalesi bugün düşünülemez hale gelmiştir.

Türkiye’de ise akademi, devletten bütünüyle kopamamış gibi. Liyakatin yerine sadakatin geçtiği anlarda, yıllarını emeğe ve üretime adamış insanların sesi kolayca bastırılabiliyor. Bilim, iktidara karşı bir ayna değil, onunla nefes alan bir cepheye dönüşüyor. Gölge büyüdükçe, düşüncenin alanı daralıyor.

Elbette Fransa’da da sorunlar yok değil. Üniversiteler maddi sıkıntılarla boğuşuyor, bürokrasi düşünceyi zaman zaman zorluyor. Ancak temel bir fark var: burada bilime duyulan saygı, bir gelenekten öte, bir refleks. Bilimsel düşünceye saldırmak, entelektüel bir suç gibi görülüyor. Türkiye’de ise bilim hala açıklanması gereken bir olgu. “Akıl”, toplumun bir kısmı için hâlâ “inançla” rekabet halinde; oysa ikisi farklı evrenlere ait.

Türkiye’de akademisyen, çoğu zaman iki gerilim arasında yaşıyor: düşüncenin onuru ile sistemin beklentileri. Araştırma projeleri, formlar, komisyonlar arasında fikir üretimi yavaşça bir yan uğraşa dönüşüyor. Bu yüzden Fransa’da akademi hala toplumun vicdanı olabiliyor. Türkiye’de ise bilim insanı çoğu zaman sessiz bir tanık: olanı görür ama söylediğinde dışlanmaktan korkar. Çünkü hakikat tehlikeli bir kelimedir.

İki ülke arasındaki fark yalnızca ekonomik değil; zihinsel. Fransa’da bilgiye inanmak bir kültürdür; Türkiye’de ise bir direniş biçimi.

Fransa’da gerçeği aramak bir alışkanlıktır, Türkiye’deyse hâlâ bir cesaret meselesi.