Etrafınıza dikkatle baktığınızda, bu ülkenin görünmeyen bir haritası çıkar karşınıza. Bu harita ne seçim sonuçlarında ne de resmi tarih kitaplarında tam olarak yer alır. Daha çok evlerin içinde, sofraların etrafında, yarım bırakılmış cümlelerde, ani suskunluklarda ve hatırlanmaktan kaçınılan anılarda saklıdır. Bu haritanın bazı evleri vardır ki, ülke için bedel ödemiştir.
Türkiye’nin çalkantılı siyasal tarihinde, elini taşın altına koymuş ailelerdir bunlar. Bir haksızlığa itiraz etmişlerdir. Bir hukuksuzluğu kabullenmemişlerdir. Türkiye’de bedel, yanlış yapmanın değil; yanlışa alışmamanın cezasıdır.
Bu aileler dönem dönem “siyasi suç” denilen muğlaklığın içine düşmüştür. Suç, çoğu zaman bir düşünce değil; bir tavrın adı olmuştur. Bazıları siyasi fikirlerinden dolayı gençliklerinde demir parmaklıklarla tanışmıştır. Ve sonra onların çocukları olmuştur.
Bu çocuklarda ortak bir şey fark edilir: Ülkeye ve topluma dair bitmeyen bir umut ve tedirginlik. Ama bu tedirginlik korkudan değil hafızadan doğar.
Bu yüzden hayatlarında risk alırlar. Kendilerini güvende tutacak olanı değil, doğru bildiklerini seçerler çoğu zaman. Ülke için yine elini taşın altına koyar, bazen ruhsal bazen bedensel bedelini öderler. Çünkü evlerinde gördükleri budur. Çünkü onlar için “normal hayat”, başını eğerek yaşanan bir hayat değildir; hayatta kalmakla yaşamak arasındaki farkı bilirler.
Bu durumu tek bir siyasi görüşle açıklamak mümkün değildir. Sol, sağ, muhafazakâr, devrimci… Hepsi tali kalır. Ortak olan şey ideoloji değil, toplumsal kaygıdır. Benim kuşağımda, ülkenin geleceğiyle ilgili endişe taşıyan her görüşten insanın çocuklarında bu hali gözlemliyorum. Aileden gelen bir miras gibi. Ama bu miras bir ev, bir araba, bir unvan değil, bir sorudur: “Bu ülke için ben ne yapabilirim?
Bir de başka aileler vardır.
Onlar “bize bir şey olmasın” diyerek yaşamışlardır. Bu cümle, masum bir temenni değil; siyasal bir duruştur. Risk almamışlardır, hayatları boyunca görüş belirtmemişlerdir. Tuhaf bir şekilde, görüş belirtene karşı derin bir öfke taşırlar. Çünkü her itiraz, onların suskunluğunu görünür kılar. Sessizliği erdem, uyumu ahlak kisvesi altında gizlerler.
Bu aileler maddi başarılar elde eder. Ve sonra, bu maddi mevkiyle toplumda bir yer edindiklerini sanar. Ta ki bir gün, toplum nezdinde bu mevkinin pek de önemli olmadığını fark edene kadar. Çünkü toplum, kendisi için hiçbir bedel ödememiş olanı içten içe tanır. Sessizliğin kokusu vardır; korkunun da. Ve korku, ne kadar iyi paketlenirse paketlensin, tanınır.
Hangisi doğrudur, bilinmez. Ama ailelerin genetik kodları vardır. Bu kodlar yalnızca biyolojik değildir; ahlakidir, siyasal ve duygusaldır. Ezilmişliği normalleştirmiş, pasifliği akla uygunluk sanmış aileler ve kimi zaman da onların çocukları hayatlarını olabildiğince sorunsuz, pürüzsüz, risksiz sürdürürler. Başları ağrımaz.
Bedel ödeyen ailelerin çocukları ise huzursuzdur. Uyum sağlayamazlar. “Normal” hayat onlara dar gelir. Çünkü onlar için hayat, sadece yaşanacak bir süre değil; hesaplaşma alanıdır.
Bedel ödeyenler hep marjinal sayılır, bedel ödemeyenler ise “makul” ilan edilir. Oysa tarih, makullerin değil, huzursuzların omuzlarında ilerler. Hak, çoğu zaman sessiz çoğunlukla değil; rahatsız bir azınlıkla korunur. Ve o huzursuzluk, çoğu zaman bir çocuğun anne babasından devraldığı görünmez bir mirastır. Ülke, bedel ödeyen ailelerin çocuklarını ya sürgüne yollar ya da onlara “istenmediklerini” hissettirir. Fazla sorgulayan, fazla hatırlayan, fazla talep eden… Ama o çocuklar giderken bile bu ülkeyi sırtlarında taşır. Çünkü bazı insanlar için memleket, bir coğrafya değil; bir yaradır.
Yani, bir insanın hayatını sorunsuz yaşaması mı erdemdir, yoksa toplumun sorunu haline gelmeyi göze alması mı?