Türkiye Cumhuriyeti’nin İzmir vilayetinde doğdum. Yaşım 68. “Hiçbirimiz, doğduğumuz ülkede yaşamıyoruz” başlığı son 15-20 yılda doğanları kapsamıyor.

Benim doğduğum ülke, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde İstiklal Savaşı ile kanla kurulmuş, daha sonra da Aydınlanma Devrimleri ile ve dışarıdan borç almadan, kalkınmaya, sanayileşmeye başlayan bir Cumhuriyet’ti. Kuruluş Felsefesi, kurucu değerleri vardı. Laik ve üniter bir devletti. Yürütme, yasama ve yargı da güçler ayrılığı vardı. Üstüne de demokrasisi gelişmiş diğer ülkelerde olduğu gibi dördüncü güç olarak da, bağımsız medya vardı.

Benim doğduğum ülkede, kimse birbirine etnik kökenin ne, dini inancın, mezhebin ne diye sormazdı. Benim doğdum ülkede, herkes Türkiye Cumhuriyeti’nin yasalar karşısında eşit Türk vatandaşları idi. Herkesin onurla taşıdığı elbette kendi etnik kökeni vardı ama bu kimse tarafından sorgulanmazdı. Türk’ü de. Kürt’ü de, Alevi’ si de Sünni’si de, Laz’ı da, Arnavut’u, Çerkez’i de, devletin her makamına gelebiliyordu. Hakim, savcı, milletvekili, bakan, genelkurmay başkanı, başbakan ve hatta Cumhurbaşkanı olurken kimse ona, “Sen nerelisin, etnik kökenin ne, dinin inancın, mezhebin ne” diye sormuyordu.

Benim doğduğum ülkede bir Güneydoğu sorunu vardı ama adı bugünkü “Ne olduğu belli olmayan Kürt sorunu” diye isimlendirilmemişti. Sorun, Güneydoğu ve Doğu Anadolu’da, feodal yapının yıkılamaması, ağalık ve aşiret düzenin sürmesiydi. Bugün o feodal yapı, ağa ve aşiret düzeni devam ediyor, bize farklı bir biçimde yutturulmaya çalışılıyor.

Benim doğduğum eski Türkiye’de insanlar caddelerde, sokaklarda, çarşıda pazarda, öfkeyle burnundan soluyarak yürümüyordu. Herkes güler yüzle birbirine selam veriyordu. Benim doğduğum ülkede, hele hele İzmir’de kadınlar gece saatlerinde bile olsa sokakta yürürken kimse tarafından rahatsız edilmiyordu. Benim doğduğum ülkede insanlar sokaklarda, meydanlarda şarkı söylüyor, dans ediyor gülüyordu.

Benim doğduğum ülkede, devletin bütçesini denetleyen Meclis vardı, Sayıştay vardı, devletin aldığı kararları denetleyen ve durduran Danıştay vardı. Bağımsız mahkemeler ve yargı vardı.

Benim doğduğum ülkede, zaman zaman yolsuzluklar ortaya çıkardı ama inanın bugünkü yolsuzlukların yanında okyanusta su damlası gibiydi. Üstelik yolsuzluk yapan yakalandığında da, kimin nesi olursa olsun, üstü örtülmez icabına bakılırdı. Gençler hatırlamaz bilmez ama iki olay hatırlatalım. Olayın kahramanları bugün hayatta değiller. Zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’in yeğeni Yahya Demirel, hayali ihracat yaparak devletten haksız vergi iadesi almıştı. Demirel başbakanken olay ortaya çıktı. Üstü kapanmadı. Süleyman Demirel başbakan iken yeğen Yahya Demirel yargılandı, hapse mahkum oldu ve yine Demirel Başbakanken, hapiste yattı. Özal döneminin dürüst ve çalışkan bakanlarından Adnan Kahveci, bir başka bakanın (İsmail Özdağlar) rüşvet aldığını tespit etti. İsmail Özdağlar’ın milletvekili dokunulmazlığı kaldırıldı, mahkum oldu hapis yattı.

Daha verilecek çok örnek var. Benim zamanımdaki lise öğretimi, bugünkü üniversite seviyesinin üstünde idi. Dünya üniversiteler sıralamasında Hacettepe, Boğaziçi, ODTÜ ilk yüz ve ilk 200 içinde olurdu. Benim zamanımda gençlerin umudu vardı. İyi eğitim almış bir genç, iş bulabiliyor, meslek hayatının onuncu, bilemedin on beşinci yılında bir ev, bir otomobil, hatta bir de yazlık ev sahibi olabiliyordu.

Benim doğduğum ülkede, halk, ordusuna, yargısına, cumhurbaşkanına, medyasına, sanatçısına güveniyordu. Her ay yapılan en çok güvendiğiniz kişi sıralamasında ilk dört neredeyse değişmiyordu. Uğur Dündar, Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay Başkanı, Anayasa Mahkemesi Başkanı…

Benim doğduğum ülke Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik bir ülke idi. Şimdi, doğduğum ülkede yaşamadığımı dehşet içinde, iliklerime kadar hissediyorum. Devlet tüm kurumları ile çoklu bir çöküş içinde. Toplumsal ahlak dibe vurmuş. Demokrasi, anayasal haklar ve hukuk sözde kalmış. Laik ve üniter cumhuriyet, adına Terörsüz Türkiye dedikleri bir süreç içinde Türk-Kürt-Arap Federe İslam devletine doğru sürükleniyor.