Akdeniz’de eylül ayı başlarıydı… Güneş hala, para kadar yerinizi görse saldırıyor. Nem alabildiğine. Akşama doğru şapkamı da alarak çıktım yola, alışveriş ve de küçük bir yürüyüş için. Birkaç markete uğradım. Aradıklarımı bulamadım. Son girdiğim marketin sebze reyonu iyi gibi geldi bana. Nevaleleri incelerken onlarla sohbeti de unutmadım, çoğu zaman yaptığım gibi. Onlar yanıt vermiyordu, ancak çok geçmeden, onların yerine ihtiyar bir ağabey yanıma yaklaştı nazikçe. Ve kibarca gülümserken, “Siz galiba Çerkezsiniz” dedi. Ne kadar hayır dediysem de kurtulamadım ısrarlı adamın elinden. “Peki abi” dedim, “anneanne taraflarında Çerkezlik var imiş.” Adam gülümsedi, rahatlamış gibiydi, ama tam da emin olamıyordu. Acaba tahmini tutmuş muydu efendim! Bu vaziyette biz bu arkadaşla Çerkez idi değil idi, sebze idi meyve idi memleket halleri derken kasaya yaklaştık. Kasada simasına aşina olduğum yirmili yaşların başlarında genç bir kız vardı. Her zamanki o pozitifliği, güler yüzü, sempatikliğinden eser yoktu. “Canınızı sıkan birileri oldu sanırım prenses” dedim, “yüzünüzden düşen bin parça…”

Biraz bekledikten sonra ağlamaklı bir ses tonuyla, “Efendim” dedi, “ikinize de kulak misafiri oldum ister istemez. Çok da hoşuma gitti. Çok nazik, çok kibar insanlarısınız. Defalarca buraya gelip gittiniz. Ufak hatalarım da oldu bazen. Sorun etmediniz, gülümsediniz bana. İnsan olduğumu hissettim. Yarım saat önce biri geldi. Küçük bir hatam oldu. Adam küplere bindi efendim. Bağırıp çağırdı, hakaret etti bana. ‘Ben Oxford bitirmiş mühendisim, sen kimsin ki, köylü parçası’ dedi birkaç kere yüzüme nefretle bakarak. İçeri geçip bir süre ağladım. Özür dilerim, onun için yüzüm gözüm karıştı…”

Üzüldük, canımız sıkıldı. Geçmiş olsun diyerek ayrıldık dertli kızın yanından.

İhtiyarı da yolda evine uğurladıktan sonra benim konakladığım mekana yaklaştım. Her zaman gelip beni temkinli bir şekilde biraz uzaktan karşılayan kedinin pek yaklaşmadığını gördüm. Yanına yaklaşmaya çalıştım. Kaçtı. Bakışları korku doluydu. Dikkatle bakınca ayağını yaraladığını anladım. Başına kim bilir ne gelmişti. Nevalesini almıştım. Biraz yaklaşsa verecektim. Kaçıp durdu. Ürktü. Acı çekiyordu. Pazardı ve belediye ekiplerini aramanın anlamı yoktur diye düşündüm. Nevalesini yakınlarda bir yere bıraktım ve yarın ararım dedim içimden.

Bir Pazar günü, yarım saatte iki ayrı sıkıntıyı yaşamış bir fani olarak süzüldüm apartman kapısından içeriye, kan ter içinde...

O yarın geldi. Dışarı çıkıp bir saat kadar aradım kediyi çevrede. Ama yoktu… Düşündüm, dün kovalasam yakalayabilir miydim, yine de belediyeyi arasa mıydım? Belki de evde bakardım birkaç gün. Hiçbirini yapamamıştım ve yaralı kedi yoktu…