Fransa’da “Bloquons tout” ile hayat dururken, Türkiye’de meşruiyet hâlâ mühürlerin gölgesinde titriyor.
Bugün Lüksemburg Bahçesi’nde doktora arkadaşlarımla buluştum. Her zamanki gibi, unvanlarımızı bir kenara bırakarak sandviçlerimizi aldık, kahvelerimizi çimlere koyduk ve yere oturduk. Çoğu Fransız olan bu grubun içinde Mısırlı, Amerikalı ve Alman genç akademisyenler de vardı. Güneşin altında otururken, akademinin hiç bitmeyen yükünü, öğrencilerin bizden beklentilerini ve üzerimizde sürekli dolaşan başarısızlık korkusunu konuştuk. Hepimizin elinde, yıllar süren yoğun emekle alınmış diplomalar, sabahlara kadar yazılmış tezler ve sayısız jüri ile sınavdan geçilerek kat edilen yollar vardı. Bütün bu zahmete katlanmamızın ardında, bizi her şeye rağmen çalışmaya iten ortak bir dürtü, yani “bilme” arzusu bulunuyordu. Burada, Fransa’da, yolun sonunda alınan bir diploma devletten değil, bireysel emekten doğar ve belki de tam da bu yüzden, Fransa’da emeği yok saymak hiç kolay değildir. Bu ülkede, emeği görmezden gelmeye çalışmak, toplumsal vicdanla çatışmak anlamına gelir.
Dayanışmanın Durdurduğu Hayat
Geçen çarşamba günü bu gerçeği bir kez daha gördük: Fransa’da hayat tamamen durdu. Hükümet, emekçilerin sesini bastırarak uzun vadeli planlar kurmaya çalışırken, sokaklar tek bir ağızdan haykırdı: “Bloquons tout!” — “Her şeyi durduralım.” Bu çağrı sadece bir slogan olarak kalmadı; üniversiteler, liseler, tren istasyonları kapandı, işçiler, öğrenciler ve akademisyenler omuz omuza vererek hayatın akışını durdurdu. Şehir bir anda dev bir “dur” işaretine dönüştü ve hayat, dayanışmanın gücüyle kendi kendini askıya aldı. Burada insanlar bilir ki meşruiyet, yukarıdan gelen mühürlerde değil, aşağıdan yükselen iradededir. Hayatı durdurma cesareti, ancak hayatın gerçek sahibi olduklarına inanan insanlardan gelebilir. Halk, diplomalarına, haklarına ve geleceklerine sahip çıkarken, sahip olduklarından emin oldukları için korkmadan durdurdular her şeyi. Çünkü halk iradesi, her zaman “üst akıl” olduğu iddia edilen otoritenin bile üzerinde bir güç olarak görülür. Tam da bu nedenle Fransa’da hak kavramı, devletin lütfuyla bahşedilmiş bir ayrıcalık değil, halkın birlikte var ederek meşrulaştırdığı bir gerçeklik olarak kabul edilir.
Oysa Türkiye’de devlet, halkın iradesini tanımak yerine onu şekillendirmeye çalışır. Meşruiyet, halkın onayından değil, yukarıdan inen belgelerden, atamalardan ve mühürlerden beslenir. Bir mühür, bir imza veya bir kararname ile her şeyin anlamı bir anda değişebilir. Milyonlarca insanın oyuyla seçilmiş bir belediye başkanının diploması, tek bir kalem darbesiyle iptal edilebilir. Ve o mühür bir kez şaştığında, ardında yıllar boyunca birikmiş emek de onunla birlikte yok sayılır. Bugün diploması iptal edilen kişi bir siyasetçi olabilir; ancak mesele yalnızca bir diploma meselesi değildir. Bu, Türkiye’de herkesin hayatına sızmış ve giderek yaygınlaşmış bir güvensizlik halidir. İnsanlar bugün sahip oldukları hiçbir şeyin —diplomalarının, unvanlarının, görevlerinin— yarın garanti olmadığını bilir. Çünkü meşruiyet aşağıdan değil, yukarıdan akar ve yukarıdakiler fikirlerini değiştirirse, bir gecede her şey buharlaşabilir. Bu belirsizlik, toplumun tamamının üzerine sinmiş görünmez bir baskı gibi çalışır; kimsenin ayağını yere sağlam basmasına izin vermez.
Duvarların Gölgesinden, Halkın Omzuna
Tam da bu nedenle, Fransa’da doktora arkadaşlarımla çimlerin üzerinde otururken bile kendimi memleketimden gelen haberlerin gölgesinde hissediyorum. Masadaki diğerlerinin diplomaları taş gibi sağlam ve sarsılmaz görünürken, benimki her an esebilecek bir rüzgârla uçup gidecekmiş gibi duruyor. Biz diplomalarımızı duvarlara asıyoruz, ancak bazı ülkelerde önce o duvarın yarın hâlâ orada olup olmayacağından emin olmak gerekiyor. Fransa’dan bakıldığında Türkiye, duvarların gölgesinde yaşayan ve emeğiyle değil, ancak bir mührün onayıyla var olmasına izin verilen bir toplum gibi görünüyor. Fransa’da bir mühür, emeği onaylayan sembolik bir araçtır; Türkiye’de ise aynı mühür, emeği bir anda yok sayabilecek bir yetkiye dönüşebiliyor. Fransa’da mühürler halkın omzuna dayanırken, Türkiye’de halk mühürlerin gölgesinde yaşamaya mecbur bırakılıyor.