15 metrekarede özgürlük ve tutsaklık

Paris’te, on beş metrekarelik ufak bir dairede yaşıyorum. Bazen eşyalar üst üste yığılıyor, kitaplar devriliyor, tavandan sarkan yalnızlık nefesime karışıyor. Çalışmak için bazen yere bir örtü seriyorum, masadan vazgeçip, dizlerimin üzerinde yazıyorum. Şimdi olduğu gibi. Ama yine de bu dört duvar benim seçimim. Kapıyı açtığımda sokak akar, gökyüzü üzerime çöker, nefesim genişler. Adımlarım kayabilir, sınırım değişebilir. İşte bu yüzden bunalmak benim için yalnızca bir bahane, çünkü kapı aralandığında hayat başka bir renge bürünür.

Oysa aynı on beş metrekare, başka bir yerde, demir kapılarla mühürlenmiş bir hücrede, başka bir kaderdir. Orada sınır sabittir: taş, demir, pas. Metrekare aynı kalır, ama anlamı başkadır. Benim odam geçici bir gölgeyse, onların hücresi kalıcı bir geceye dönüştürülmek istenir. Benim için dört duvarın ardında geçen saatler unutulabilir; onlar için ise her saniye tarihin içine kazınır. Bu fark bana şunu fısıldar: özgürlük, başkasının ödemek zorunda bırakıldığı bir bedelin üzerine kuruludur.

Bir insanı hücreye kapatmak kolaydır; çünkü bedenin zincire vurulması işin en basit kısmıdır. Asıl yük, zincirlenmiş bedenden hâlâ bir ruh, hâlâ bir umut talep eden toplumla başlar. Halk, hapsedilenden yalnızca sabır değil, umut ister; çünkü kendi çaresizliğini onun direncine bağlamıştır. Tutsaklığın en yakıcı yanı demir kapılar ya da soğuk duvarlar değildir; beklentinin ağırlığıdır. Tutsak, yalnızca kendi özgürlüğünü değil, bir halkın vicdanını da ayakta tutmak zorunda bırakılır. Hücredeki saat, kırılmadan işlemeye devam etmelidir; yoksa bütün bir toplumun zamanı donar.

Ve ben, Paris’teki odamda, bu düşüncenin ağırlığını taşırım. Çünkü ben çöksem yalnızca kendime ihanet ederim; ama içerideki çökse, bir irade çöker. Benim on beş metrekarem geniştir; onların on beş metrekaresi ise başkaldırıyı ayakta tutar. Benim sessizliğim kişisel bir boşluğa dönüşür, onların sessizliği bir düşüncenin susmasına. Bu yüzden benim özgürlüğüm bana hafif değil, suçlu gelir.

Korku da herhalde tutsaklığın ilk dakikasında tükenir. İnsan, hücrenin taşını elleriyle yoklarken, zaten en keskin korkuyu geride bırakır. Geriye kalan, korkunun değil, beklentinin ağırlığıdır. Milyonların gözü, tutsak bedene çevrilmiştir. Bu gözler, onun çökmesine izin vermez. Oysa hiçbir insan, tek başına bir halkın bütün beklentisini taşımak için doğmamıştır. Ama şartlar öyle kurulmuştur ki, içerideki kişi hem adaletin kurbanı hem de adaletin sembolü olmak zorunda bırakılır.

Ama bu bekleyişin kendisi, insanın içine işleyen bir işkence değil midir? Dışarıda geçen her dakika, içeridekinden çalınmış bir dakikadır. Bir halk, bir lidere yüklediği umut uğruna, kendi zamanından vazgeçer. Bekleyiş büyüdükçe, bir milletin hayatı eksilir. Tutsaklığın zalimliği yalnızca içeridekiyle sınırlı değildir; dışarıdakilerin de ömrünü kemirir. Her gün, halktan bir gün daha çalınır, halkın zamanı ağır ağır çürütülür. Yani yalnızca bir insan değil, bir toplum, göz göre göre hapsedilir.

O hâlde özgürlük nedir? Benim Paris’teki odamın kapısını açabilmem mi? Yoksa içerideki kişinin zincirine rağmen umut vermeye devam etmesi mi? Belki de özgürlük, her ikisinde de yoktur. Benim özgürlüğüm bir suçlulukla lekelenmiştir, onun direnci ise bir zorunlulukla. Özgürlük, belki de yalnızca bir yanılsamadır; zalimin ikram ettiği küçük bir aralıktır. Gerçek özgürlük, halkın zamanının yeniden kendine ait olacağı gündür.

Ve o gün gelene kadar, benim odam genişlese de daralsa da aynı şeydir. Çünkü her metrekare, bana başkasının ömrü pahasına açılmıştır. Benim on beş metrekarem bana ağır gelir; onların on beş metrekaresi ise, bütün ağırlığına rağmen, daha sahici, daha zor bir özgürlüğün nefesini bekler.