Hukuken çocuk sayıldığım bir yaşta İstanbul’dan Paris’e taşındım. On iki, belki on üç sene olmuştur. İlk geldiğimde, bu şehrin kaldırımlarında yürüyen herkesin bir yere vardığını sanırdım. Omuzlarında çantaları, ellerinde kahve bardaklarıyla yürüyen gençler; metrodan aceleyle çıkanlar, ceketlerini düzeltenler; sabahın erken saatlerinde bisiklet sürenler... Hepsi bir hayatın peşindeydi sanki. Ben de o kalabalığın içine karışmak zorundaydım diye düşünürdüm. Daha kararlı olmalıydım, daha hızlı düşünmeliydim, daha hırslı olmalıydım, çünkü ben burada kendini ve ülkesini ispatlaması gereken bir yabancıydım.

Ben bunları düşünürken, bazı şeyler hiç değişmezdi.
Fakülteye giderken hep kullandığım Odéon metrosunda, aynı evsiz adam otururdu: gözleri yarı kapalı, başı öne eğik, dizlerinin üzerinde kirli bir battaniye. Hiç konuşmazdı, hiç dilenmezdi, hiç kalkmazdı. İnsanlara bakmazdı bile. Ama hep kötü kokardı. Eskimiş bir binanın çürümüş kapısı gibi, kimsenin değiştirmeye zahmet etmediği, şehrin dokusuna işlenmiş bir ayrıntıydı. İlk seneler onu görmezden geldim. Çünkü görmek, düşünmekti; düşünmek, rahatsız olmaktı. Rahatsız olmak ise bu şehirdeki ritmini bozardı insanın.

Sonra yıllar geçti. Ben evler değiştirdim, arkadaşlar değiştirdim ve fikirlerim de herkes gibi sıradanlaştı. Ama o adam, hep oradaydı. Aynı kaldırım taşı, aynı ifade; yalnızca battaniye değişmişti. Ya da belki hep aynıydı da ben sonunda fark etmeye başlamıştım. Sonra bir gün, anladım ki onun yerinde kalışı, sadece kendi hayatının durgunluğu değil; şehrin ve insanlığın da yerinde kalışıydı.

Bir sabah aynaya baktım .Onunla aramdaki farkın, benim hâlâ koşuyor olmam olduğunu gördüm. Mekteb-i Sultani’nin devasa kapısından Paris’in Haussmannien binalarına tam da böyle koşarak varmıştım. Dayatılan küresel ahlak ve başarı düzeninin; sadece daha pahalı ayakkabılar, daha parlak ofisler ama daha boş hedefler sunduğunu biliyordum. Hem İstanbul hem de Paris, bu düzeni bana farklıbir içerikle satıyordu. Paris süslemeli bir bohem kahve kupası ve yumuşak tonlarla; İstanbul ise hiç süslemeye bile gerek görmeden kaba plastik bir bardakla.

İki ülkeli yaşamımda, bir gözüm hep Türkiye’deydi. Ülkemde yıllardır aynı sorunlar, aynı yüzler, aynı tartışmalar sürüyordu. İşsizlik, eğitimde çürüme, kadınların her gün ölmesi, yoksulluk, intihar eden babalar... Her haber, bana tek bir şeyi hatırlatıyordu: Bir ülke, kendi vatandaşlarının temposuna göre ilerler. Ve biz, hepimiz, Paris’teki evsiz de, Anadolu’nun bir köyündeki teyze de, ben deyerimizde duruyoruz. Sadece kimimiz bunu kabul etmiş, kimimiz süslü cümlelerle inkâr ediyoruz.

6 Şubat 2023 sabahı ansızın, durdum. Şehirler saniyeler içinde yıkılabiliyorsa, biz hangi temelin üzerinde koşuyorduk? Bu yüzden yıllardır her sabah koşar adımlarla geçtiğim Odéon metrosunda, ilk kez yürümemeyi seçtim. Evsiz adama doğru birkaç adım attım ama oturmadım. Yakınlaştım ama konuşmadım. O da bakmadı. Kokusu bu sefer rahatsız etmedi, şaşırdım. Ama ilk kez, aramızda bir karşılaşma oldu. Bir tanıma değil de bir tanınma. İşte o anda anladım: Biz yıllardır “ilerliyoruz” sanmışız, oysa sadece o evsiz adamın çevresinde dönen bir çember çizmişiz. Kendimize yeni kimlikler, yeni cümleler, yeni umutlar giydirirken, aslında hiç güvende olmamışız. Ve güvende olmadığımız için, ilerleyememişiz. Türkiye’de çoğu zaman acıların yalnızca başımıza geldiğinde gerçek olduğuna inanıyoruz. Oysa acı, gözünün ucuyla gördüğün ve fark etmemeyi seçtiğin anda başlar.


O adam, bana bu hatırlatmayı hiç konuşmadan yaptı. Onun varoluşu, herhangi bir siyasi sistemin ya da ekonomik krizin değil, insanların umutsuz bırakılmasının yarattığı bir yalnızlık hâliydi. Ve ben o sabah, ilk kez, yalnızca kendimi değil onu da fark ettim.

O battaniye de aslında yalnızca üşümeyelim diye, hükümetin farklı biçimlerde, farklı desenlerde ve kumaşlarda üzerimize örttüğü geçici örtülerden ibaret. Biz, sadece battaniyesini başka şekilde taşıyanlarız. Korkularımızı ve acılarımızı sırtımızda yıllarca taşıyıp, zamanla onları normal sanıyoruz.

Ve biz, aynı dünyada yaşayıp, bunun farkında bile olmadan, aynı kaldırım taşına mahkûmuz.

Belki de günün sonunda, tek değişen, bize layık görülen battaniyelerin deseni.