Toplumun büyük bir kesimi ekonomik kriz var diye yakınıyor. İktidar yanlıları da “ekonomi üçer aylık dönemlerde 21 kez üst üste büyüdü. Kriz ekonominin küçüldüğü dönemlere denir. Hangi krizden söz ediyorsunuz siz” diye üste çıkmaya çalışıyor.

Teknik olarak üçer aylık dönemlerde üst üste iki kez ekonomi küçülürse resesyondan ve krizden söz edilir. Bu doğru ama ekonominin büyümesi demek ekonominin birçok alanında kriz olmadığı anlamına gelmez.

Türkiye ekonomisi büyüyor ama geniş tanımlı işsizlik artıyor. Türkiye ekonomisi büyüyor ama Türkiye’nin dış borcu artıyor. Ekonomi büyüyor ama devletin iki yakası bir araya gelmiyor bütçe açığı şiştikçe şişiyor. Enflasyon bir türlü düşmüyor. Uygulanan ekonomi politikaları sonucunda yoksuldan zengine servet transfer ediliyor, gelir dağılımı iyice bozuluyor.

Özellikle 2021 yılı Ekim ayından sonra uygulanan para ve faiz politikaları sonucunda toplumda yoksullardan en üst gelir grubuna doğru müthiş bir servet transferi yaşandı. Paris Ekonomi Okulu’nun hazırladığı Dünya Eşitsizlik Raporu veri tabanına göre (The World Inequality) Türkiye’de nüfusun en yoksul yüzde 50’si toplam servetin yüzde 4’ünü alırken, 2023 sonunda toplam servetleri yüzde 2.8’e gerilemiş. Nüfusun yüzde 40’ını oluşturan orta gelir grubu da artık yoksulluk sınırın altında. Bu kesimin toplam servet içindeki payı da yüzde 33.3’ten yüzde 28.8’e düşmüş. Ama işin en ilginç tarafı en zengin yüzde 9’un da serveti yüzde 34.2’den yüzde 33.3’e gerilemiş. 86 milyon kişi, nüfusun yüzde 1’ine çalışmış. Ekonomi büyümüş, sadece nüfusun yüzde 1’inin serveti artmış. Yüzde 28.5’ten yüzde 35.1’e yükselmiş.

Ekonomi de büyüme demek fil gibi şişinmek demek de değildir. Ekonomik büyümenin yanı sıra kalkınmanın da sağlanması gerekir. Kalkınma demek, ekonomik büyüme ile birlikte toplumun refahının artması, işsizliğin azalması, eğitim, sağlık, kentleşme gibi birçok alanda ülkenin her tarafında yaşam standartlarının yükselmesi demektir.

Türkiye’de büyümenin kalitesi yok… İnşaatla büyüme olmaz. AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllara bir bakalım. 2004 yılı sonu… Tarımın milli gelir içindeki payı yüzde 11.6. Bugün yüzde 5.8… 20 yıl içinde tarımın milli gelir içindeki payı yarı yarıya azalmış. Oysa tarım stratejik bir sektör. 2000’li yıllarda tarımda kendine yeten ender ülkelerden biri idik, şimdi antik dönemden beri bu topraklardan çıkan mercimeği ithal eder hale düştük. Tarımda plansızlığın yanı sıra su yönetimindeki vurdumduymazlık sonucunda, açlık ve kıtlık riski göz ardı edilemez.

Tarım geriledi de sanayinin payı mı arttı? 2004 yılında sanayinin milli gelir içindeki payı yüzde 29.7 idi, şimdi yüzde 19.7… Siz bu üretim yapısı ile bu eğitim yapısı ile bu hukuk yapısı ile bu “saldım çayıra mevlam kayıra” ve ahbap çavuş ilişkilerinin egemen olduğu piyasa yapısıyla hangi ekonomik büyümeden söz ediyorsunuz?

Ekonominin çarklarının dönmesi için yeteri kadar dış kaynak üretemiyoruz. Beşeri sermayemizin de (eğitim ve insan), sermayenin teknolojik seviyesinin de kısa vadede yeteri kadar dış kaynak üretme şansı çok düşük. Dış kaynak için artık sömürge ekonomisi türü bir yapıya dönüşüyoruz.

Bu tablonun arkasında toplumun büyük bir kesimini sefalete sürükleyen emekli aylıkları ve ücret politikaları yatıyor. Bu tablonun arkasında çiftçiyi tarlasını ekemez hale getiren tarım politikaları bulunuyor. Bu tablonun arkasında halkı yok sayan üst gelir grubunu kollayan para ve maliye politikaları yatıyor. Bu tablonun arkasında çöken eğitim sistemi yatıyor. Bu tablonun arkasında çürüyen toplumsal ahlak yatıyor.