McCarthy döneminde (1940-1950 antikomunist kuşkuculuğu yılları) Amerika’da gazeteciler ikiye ayrılmıştı: Korkaklar ve işsizler. Bir kısmı “ülkenin iyiliği için” kalemini törpüledi, diğer kısmı ise işini kaybetti.
Bugün Türkiye’de de tablo farklı değil. Bir sabah televizyon kanalı el değiştiriyor, bir akşam haber sitesi “teknik nedenlerle” kapatılıyor. Ertesi gün, kimi gazeteciler, iktidarın hoşuna gitmeyen şeyler yazdı ya da söyledi diye sabahın köründe gözaltına alınıp tutuklanıyor. Bu “faşist” baskı bugünlerde sıradanlaşıp alışkanlığa dönüştü. Ve öyle bir hal aldı ki; “Nesli tükenmiş bir avuç gerçek gazeteci hariç” çoğunun içine korku girdi ve kendi kendine “oto sansür” uygulamaya başladı. Dolayısıyla gerçek sansür, gazetecinin kendi içinden yükselen “içsel ses” haline geldi… O sesi bastırmak için ise bir “vicdan gürültüsü” gerekir ki o da azaldı. Gazeteciliğin yerini bülten okurluğu, haberin yerini duyuru, fikrin yerini de slogan aldı. Yani artık hakikat değil, izinli gerçek konuşulur ve yazılır oldu.
***
Bugün artık gazeteler ve televizyonlar o kadar etkin değil… Kimin “hain”, kimin “ajan” kimin “terörist sevici” olduğuna birkaç tweet’le karar veriliyor. İnsanlar, bir tıklamayla infaz, bir etiketle linç edilebiliyor. Demokrasinin yeni meydanı “sosyal medya” diye tanımlanan dijital dünya oldu. Ve herkes birbirini susturmaya çalışıyor. “Kendisiyle aynı fikirde olmayan” birine saldırmak, ona bir tür aidiyet duygusu veriyor. Oysa fikir ayrılığı demokrasinin kalp atışıdır. Onu susturduğunda, toplumun nabzı da durur.
***
Bir ülkede muhalif olmak bazen kahramanlık değil, dayanıklılık sporudur. Çünkü seni yargılayan sadece devlet değil… Bazen komşun, bazen akraban, bazen de sessiz kalmayı tercih eden dostundur. McCarthy döneminde “komünist” damgası neyse, bugün “milli değer düşmanı” ya da “fitne çıkarıcı” yaftası odur. Aynı dışlama, aynı izolasyon, aynı ruhsal yalnızlık. Ama yine de birileri susmuyor.. Ve tarih, susturanları değil, susturulanları hatırlar. Çünkü zaman, her iktidarın değil, her vicdanın tarafını tutar sonunda.
İktidarlar değişiyor, gerekçeler değişiyor, ama yöntem hep aynı; bir fikirden korkmak…Oysa fikirden korkan bir toplum, kendisinden korkar aslında. Çünkü fikir dediğin, bir halkın aynasıdır. O aynaya bakamayanlar, hep “hain” görür orada. Usta yazar Çetin Altan yaşasaydı, belki şöyle derdi: “Bir ülkede korku, akıldan daha hızlı yayılıyorsa, orada aydınlık gecikir ama yine de gelir.”
Ve biz, o aydınlığı beklemeye değil, getirmeye mecburuz !