Yaklaşık beş bin kilometre yol gidip gelmemize karşın Karadeniz gezisi yaptık diyemeyiz. Çünkü Karadeniz’i tümüyle gezmek, doğal güzelliklerin yanında, tarihin içini de girmek demek bu bölgede aylarca kalmayı gerektiriyor.
Ayder Yaylası, cıvıl cıvıl insanlar sokakta. Tipik bir Karadenizli teyzenin işlettiği kamp alanına çadırımızı kurduk, paramızı peşin ödedik. Elektrik ve tuvaleti bile var. Salaş bir lokantayı tercih ettik. Hafif yerel yemekler ile karnımızı doyurduk. O gece bir düğüne bile gittik. Yerel giysiler içindeki kadınlar ve kızlar gökkuşağındaki her türlü renge bulaşmış. İzlemek çok keyifli, onlarla birlikte horon tepmek de öyle, ama ayak uydurmak çok zor. Akşam horon tepmeye başladılar, sabah kalktık, tulum eşliğinde adamlar hala horon tepiyorlar. Olacak şey değil. Şaka gibi ve düğün hala devam ediyor.
Sinop'tan başlayıp Sarp Kapısı'na kadar süren Doğu Karadeniz gezisinde orman denizi içinde yüzdük, yeşille iç içeydik. Özgür ortamda bir ağaç olup, kök salıp yerleşmek istedik bu doğal güzelliklerin arasına. İzmir'den çıkıp, onlarca il, ilçe ve köyü kapsayan gezi sonunda yaklaşık beş bin kilometre yol kat ettik. Karadeniz bence Trabzon'dan sonra daha yeşil. İzmir'den çıkıp; Uşak-Afyon-Ankara-Çankırı derken Ilgaz Dağları'nda pilim bitti. Karaçam ormanlarının arasında kurulmuş otelde geceledim. Yorgunluktan 12 saat deliksiz uyku çektim. Sabah sıkı bir kahvaltının ardından Kastamonu, sarımsak diyarı Taşköprü üzerinden, Boyabat'ın kenarından Ayancık'a ulaştım ve Ayşe ile memleketinde buluştuk. Geceyi Sinop'un yeşil örtüyle çevrili ilçesi Ayancık'ta geçirdik.
İçinde özgür olsan da cezaevi yine kötü
Sabah Sinop'a hareket ettik. Girişte Romen Diyojen heykeli bizi karşıladı. Sinop kalesi ve ardından Sinop Cezaevi'ni gezdik. Cezaevinin koşulları dayanılır gibi değil. Suç ne kadar ağır olursa olsun, bu koşullarda yaşayan mahkümların buradan sağlıklı çıkmaları olanaksız. Özellikle hücrelerin koşulları çok ağır olmalı. Cezaevi 1998 yılında tümüyle kapatılmış ve 1215 yılında inşa edilen tarihi yapı, Turizm Bakanlığı'na devredilmiş. Artık yerli ve yabancı turistler koğuşları ve avluları ibret alarak geziyorlar. 150 yıllık Sinop Cezaevi'ne Refik Halit Karay, Mustafa Suphi, Refii Cevat, Sebahattin Ali, Burhan Felek, Zekeriya Sertel, Kerim Korcan gibi ünlüler konuk olmuş. Buruk bir gezi oldu. Geceyi Sinop'ta Hamsilos Koyda çadır kurarak geçirdik. Sabah sık ormanlar ile çevrili Akliman Koyu'nda kısa bir tur attık.
Türkiye'nin en uzun tüneli
Sinop'tan ayrıldıktan sonra Ünye'ye kadar sahil boyunca köy, kasaba önümüze ne çıkarsa girip şehir merkezlerini gezdik, kahvelerinde çay içtik, sohbet ettik. Samsun'da Bandırma Vapuru'nu ziyaret ettik. Atatürk ve arkadaşlarının önemli kararları aldığı bu vapuru gezmek gerçekten heyecan vericiydi. Özellikle Atatürk'ün yatağı, giysileri ve beylik silahını görmek ve Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bu eşyaları kullandığını hissetmek bile insana heyecan veriyor. Gece karanlığı çökünce Ünye'de güler yüzlü karı kocanın çalıştırdığı pansiyonda konakladık. Aile sabah bize iyi bir kahvaltı hazırladı. Ünye'den Fatsa ve Fatsa ile Perşembe arasında Türkiye'nin en uzun tüneli olan Nefise Akçelik Tüneli'nden geçtik.Tünelin çıkışında çepeçevre ormanlar ile kaplı bir yolda ilerledik. Perşembe girişinde balık pişiren bir kadına rastladık. Yarım kilo istavrit balığını afiyetle yedik. Yalnız Karadeniz Bölgesi'nde yaşadığımız bir problem var. Ören yerlerini gösteren sarı levhalar bizi sürekli yanılttı. Lavhalara güvenip yola giriyoruz. Kilometrelerce gidiyoruz, ara ki, bulasın... Böyle bir ören yeri arama işi bizim bir günümüzü aldı. Akşama doğru Ordu-Giresun derken Trabzon'a ulaştık. Çadırkent'te geceyi geçirdik.
Uzun Göl ne hale gelmiş?
Çadırımızı toparladık, erkenden yola çıktık. Rotamız Uzun Göl. Uzun Göl'ü posterlerden biliyorum. Gözümün önünde duruyor. Yaklaşık 35 kilometrelik bir yolculuktan sonra Uzun Göl'e ulaştık. Ve tam bir hayal kırıklığı. Benim bildiğim göl, hemen önünde bir cami ve arka planda birkaç ahşap ev. Öyle değil. Arka planda bir cami daha ve yüzlerce yapı. Posterdeki görüntü bozulmuş. Yani çevresi yine ormanlarla kaplı yemyeşil ama bildiğimiz Uzun Göl olmaktan çıkmış rant kapısı olmuş. Burada daha fazla kalmadık ve hemen ayrıldık.
Hedef Ayder Yaylası
Yorucu ama keyifli bir yolculuk, her yerde yeşil, yıllardır kartpostallarda, fotoğraflarda görüp içimin gittiği Ayder Yaylası. Ayder balı, Ayder’in mısır ekmeği. Şaka gibi gelecek ama Ayder’in ayıları. Onları kaçırmak için, arı kovanlarındaki petekleri kurtarmak için ne yöntemler kullanıyor Karadenizli bir görseniz. Çünkü o bal değerlidir, o bal üreticeye para getirir. Ayder’de bir ayı öyküsü de konuşulur. Artık gerçek mi, mahalle dedikodusu mu? Bilemiyorum. Bir gece tuzakların devre dışı kaldı saatlerde, sessizce yaylada eski bir ahşap eve yaklaşan sevimli ayıcık, kovanları talan eder. Kara kovan ballarını bir oturuşta midesine indirir. Bir kaşığı bile bin derde deva olan kara kovan balının onlarcasını yiyen ayı kardeş günlerce dağlarda koşturur, böğürür, bağırır, sesi Ayder Yaylası’na kadar ulaşır.
Ayı dersini almıştır
Ama Ayderli üreticiler yine ayıları ürkütmek için tuzak kurmaya, onları ürkütmeye devam ediyor. Gerçekten de İsviçre’den hiçbir farkı yok Ayder Yaylası’nın bu merakla gaza basıyoruz bir an önce yaylaya ulaşmak hedefimiz. Uzungöl geride kaldı, hedef Ayder Yaylası... Yol boyunca Rize ve ilçelerinde, fındık bahçeleri yerini çay bahçelerine bırakmaya başladı. Rize'de kent merkezine girdik. Belediye genç kızları açık otoparklarda görevlendirmiş ve ellerindeki pos makineleri ile geliş gidiş saatlerini yazıyor ve ona göre ücret alıyorlar. Tartışma yok, kavga gürültü yok. Alanda hemen her araca bir park yeri bulmak mümkün. Hem kente gelenler araçlarını park edecek yer sıkıntısı çekmiyor hem de Belediye gelir elde ediyor. Güzel bir uygulama. Şehir merkezini, çarşısını turladık, gözümüze kestirdiğimiz bir kahvehaneye oturduk, hem dinlendik hem de geride bıraktığımız güzergah üzerinde geçirdiğimiz anları tekrar yaşadık, sohbet ettik. Kıtlama şeker ile çaylarımızı yudumladık, yorgunluk attık. Rize Türkiye’nin iyice doğusunda yer aldığı için hava erken kararıyor.
Fırtına deresi Çamlıhemşin’e hayat vermiş
İzmir’de aynı saatlerde güneşin batışını seyretmeye alışık olduğumuz için önce şaşırdık, sonra doğuya doğru yolculuk ettiğimiz hatırladık. Yolumuz daha uzun. Çamlıhemşin'e ulaştığımızda karanlığın yanında yağmur da çiselemeye başladı. Çamlıhemşin; adı üzerinde çepeçevre orman, her bir karış yeşil. Doğu Karadeniz Bölgesinde Rize’nin İlçe merkezlerinden, Fırtına deresi kent merkezinden akıp gidiyor, muhteşem bir görüntü. Ve ilginç olan derelerin üzerindeki köprülerin hepsi birbirine benziyor, hangi merkeze gidilirse gidilsin, köprü mimarisi tıpa tıp… Biz zaman darlığı nedeniyle çıkamadık, aklımızda kaldı, ama mutlaka görülmesi gereken görsel güzellikler var. Büyük deniz Gölü, Meterez Gölü, Yıldız Gölü, Dönen Gölü, Serincef Gölü ve Kara Göl gibi… Çamlıhemşin’den geçip giden Fırtına deresi, Ardeşen sınırından Karadeniz'e dökülüyor.
Horon bitmeyen bir öykü
Pazar, Ardeşen, Çayeli, Hemşin, İspir, İkizdere ve Yusufeli ilçelerini takip ederek yolumuza devam ediyoruz bir orman denizinin içinde yüzüyoruz. Hava iyice kararmadan Ayder Yaylası'na ulaştık. İşte hayal ettiğimiz Karadeniz Yaylası ve sıcak havanın ardından biraz da üşümek ne güzelmiş. Zaman zaman dört mevsim birden yaşanıyor bu bölgede. Bir anda binlerce metre yükseklik ve soğuk hava, ardından deniz kıyısına iniyoruz, boğucu, nemli ve sıcak hava, yaylaları geçerken bahar serinliği. Ayder Yaylası, cıvıl cıvıl insanlar sokakta. Tipik bir Karadenizli teyzenin işlettiği kamp alanına çadırımızı kurduk, paramızı peşin ödedik. Elektrik ve tuvaleti bile var. Salaş bir lokantayı tercih ettik. Hafif yerel yemekler ile karnımızı doyurduk. O gece bir düğüne bile gittik. Yerel giysiler içindeki kadınlar ve kızlar gökkuşağındaki her türlü renge bulaşmış. İzlemek çok keyifli, onlarla birlikte horon tepmek de öyle, ama ayak uydurmak çok zor. Akşam horon tepmeye başladılar, sabah kalktık, tulum eşliğinde adamlar hala horon tepiyorlar. Olacak şey değil. Şaka gibi ve düğün hala devam ediyor.
Mısır ekmeğiyle kahvaltı
Sabah fırına gittim, o kadar çok çeşit var ki! Doğal olarak o bölgenin insanının da tercih ettiği ve evlerinden eksik etmediği sıcak mısır ekmeği aldım.Yanında domates ve salatalık, mis gibi kokuyorlar, hormonsuz olmanın verdiği lezzet. Çadırımızın önünde çayımızı demledik, yemyeşil ormanın arasında kuş sesleri ve durmadan akan derenin eşliğinde iyi bir kahvaltı ettik.Temiz hava, bol oksijen, yeşil doku, birkaç saatte bir insanın karnı acıkmaya başlıyor. Karnımızı çok iyi doyurmalıyız. Çünkü bizi uzun bir yolculuk bekliyordu. Yukarı Kavrun Yaylası 2240 metre yükseklikte. Kaçkar Dağı'nın bu en yüksek tepesine ulaşmak için komşu çadırdaki dağcı arkadaşlarımız eşliğinde gidiş-dönüş altı saat süren bir tırmanış yaptık. Zirveye ulaşamadık ama kar bulunan bölgeye kadar yaklaştık. Sisli tepeler, durmadan akan derelerin sesi ve bin bir renkte açan çiçeklerin arasından süren bu yolculuk sırasında dağcılığın da çok keyifli bir spor dalı olduğunu keşfettik. Yukarı Kavrun Yaylası'na tırmanışımız sırasında her ülkeden gelen turistlerle karşılaştık. Bu bölgeye çok ilgili görünüyorlar. Bir gece konaklamak için geldiğimiz Ayder Yaylası'nda iki gün kaldık. Yayla keyfini çıkardık.
Artvin'de düzlük bulamazsınız
Öğlene doğru toparlandık. Gönlümüz istemese de Ayder Yaylası'nı geride bıraktık. Yol üzerindeki balık çiftliklerinden üç adet alabalık satın aldık. Dere kenarında piknik tüpümüzün üzerinde tava yaptık ve güzel bir domates salatası eşliğinde karnımızı doyurduk. Bu arada köyün gençleri çılgınca akan dere üzerinde kamyonların iç lastikleri üzerinde rafting yapıyordu. Güvensiz, ürkütücü ama keyifli olmalı. Rotamızı akşama doğru Artvin'e çevirdik. Arhavi, Hopa ve Borçka ilçelerine yaptığımız mini ziyaretlerin ardından Artvin'e ulaştık. Çoruh Nehri'nin üzerine devasa boyutta enerji barajları kurulmuş. Biri su tutmuş bile. Artvin merkeze varyant gibi dönerek ulaşılıyor. Düz bir yer yok gibi. Artvinlilerin anlattığı rivayete göre Atatürk bile Artvin'e geldiğinde, rakı kadehini koyacak düz bir alan bulunmadığından dert yanmış. Artvin'e iyice karanlıkta ulaşınca bir gece konaklamaya karar verdik. Kamp alanının kentin sekiz kilometre dışında orman içinde olduğunu öğrendik. Kafkasör Yaylası denilen bu ormanlık alan içerisinde yüzlerce yıllık çamların arasında ve bol oksijen eşliğinde geceyi geçirdik. Sabah suyun başında kahvaltımızı ettik ve Artvin'den ayrıldık. Çoruh Nehri ürkütücü, Artvin Kalesi bakımsız. Yol üzerinde Hopa'ya uğradık. Kadınlardan domates ve armut satın aldık. Sarp Kara Hudut Kapısı'na kadar yolculuğumuzu sürdürdük. Öte yandan Batum çıplak göz ile görünüyor. Plajda insanlar yüzüyor, renkli bir görünüm var.
Sümela'da büyülendik
Maçka yoluyla yeni bir güzergah, 1200 yıllarında yapılmış Sümela Manastırı. Gizemli ormanların arasına kurulmuş. O yıllarda nasıl bir inşaat tekniği, akıl mantık almıyor. Yol yok, iz yok büyülendik. Yarım günümüz burada geçti. Rehberlerin anlattıklarını ağzımız açık dinledik. Orman yolundan dönüş yaparak Zigana Geçidi'ne yöneldik. Sislerin arasında mıcır taşlı yoldan, ormanın içinde saklanmış Limni Gölü'ne ulaştık. Burada kısa bir mola verdikten sonra mutlaka görmemiz gerektiği söylenilen Gümüşhane'nin Torul ilçesindeki Karaca Mağaraları'nı dolaştık. Bir çobanın tesadüfen bulduğu bu mağaradaki sarkıt ve dikitlerden gerilim filmlerindeki kentleri hatırlatan bir yerleşim alanı kurulmuş gibi yapılar oluşmuş. Fotoğraf çekilmesine izin verilmeyen bu mağaradan ayrılmak gerçekten zor geldi.
Ünye'de kamp zamanı
Gümüşhane'den Trabzon'a döndüğümüzde Akçaabat üzerinden Hıdır Nebi Yaylası'na gitmeye karar verdik. Geceyi orada çadırda geçirmeyi düşündük. Yaklaşık iki bin metreye tırmandık. Ancak kalacak bir yer bulamayınca tekrar dönüş yapmak zorunda kaldık. Yol boyunca bir pansiyon da bulamayınca geceyi Akçaabat'a yakın Eynesil kasabasında bir evin bahçesinde arabanın içinde geçirmek zorunda kaldık. Sabah Ünye'ye kadar durmadan yolculuk ettik. Göl Evi isimli güvenli bir kamp alanında çadırımızı kurduk. Ünye'nin çok uzun bir sahili var. Baştan aşağı kumsal. Geceyi burada serin bir ortamda geçirdik. Sabah Niksar-Akkuş yoluyla Amasya'ya ulaştık.
Tarihi evde konakladık
Amasya'yı Yeşilırmak ikiye bölmüş. Eski konakların, kalenin ve “Kral Kaya” mezarlarının bulunduğu alan korunmuş. Karşı tarafta yine eski yapılar bulunuyor. Çok büyük apartmanlaşma başlamamış. Sakin ve sessiz bir kent. Gece ışıklandırılınca başka bir güzellik barındırıyor. Genç Osmanlı döneminde yapılan tarihi bir konakta o döneme ait bir odada ve eşyaların arasında huzurlu bir şekilde uyuduk. Sabah Yeşilırmak'a bakan küçük balkonda kahvaltımızı ettik. Çok beğendiğimiz bu huzur dolu kentten ayrılarak, Merzifon üzerinden Çorum, Kırıkkale, Ankara'ya girmeden Haymana ve Polatlı'yı izleyerek Eskişehir'e ulaştık. Eskişehir Büyükşehir Belediyesi'nin Konuk Evi'ne yerleştik. Beş yıldızlı otel gibi olan bu konuk evinde gecelemenin bedeli kahvaltı çok ucuzdu. Porsuk Çayı üzerinde çalışan tur teknesi ile dolaştık. Tramvayı, parkları, bahçeleri, yürüyüş yolları onlarca heykeli ile tam bir Avrupa kenti olan Eskişehir'de gördüğümüz kadarıyla park sıkıntısının dışında bir sorun yok. Yaşanabilir bir kent.
Abide'de odun ateşinde tavuk
Dönüşü Kütahya yoluyla yaptık. Rahmetli eski Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu'nun yaşamını konu alan dizinin çekildiği Sofça Köyü'nü ziyaret ettik. Bu bölgede küresel sınmadan nasibini almış. Sofça barajı çekilmiş. Barajın içindeki köy ilkokulu ile cami minaresi suyun çok gerisinde kalmış. İzmir'den başlayan ve tam 4 bin 775 kilometre süren yolculuğumuzu Kütahya'nın Abide ilçesinde meşe odununda pişmiş piliçleri yiyerek sonlandırdık. Yaklaşık beş bin kilometre yol gidip gelmemize karşın Karadeniz gezisi yaptık diyemeyiz. Çünkü Karadeniz’i tümüyle gezmek, doğal güzelliklerin yanında, tarihin içini de girmek demek bu bölgede aylarca kalmayı gerektiriyor. Buna ne zaman ne de ekonomik güç yeter. Çünkü; her kent kendine göre güzel, özellikle doğu Karadeniz’de o kadar çok yayla, göl ve akarsu var ki, her biri insanı kendine çekiyor, dalıp gidiyoruz ormanların içine kendimize gelip şaşkınlıkla geri dönüyoruz. Adeta büyülüyor Karadeniz bölgesi; insanı, yeşili, toprağı, çayı, fındığı, mısır ekmeği, tarihi güzellikleri ve doyumsuz doğası…