Adını andıkça bile deniz üstü bir esinti gibi, hafifçe tuzlanmış bir hüzün düşüyor yüreğimize…Ama bu tatlı yaz romantizmi, bu narin Bodrum imgesi… İşin sadece görünen yüzü. Oysa türkünün ruhu, dalgaların altındaki o karanlık hafızada saklı.

Bir zamanlar Ege kıyılarında, Karadeniz dağlarında, Anadolu’nun bereketli topraklarında aynı dert yankılanıyordu; ekmek için namusuyla geçinme umudu…Tütün en önemli nimetti…Ne var ki Osmanlı’nın son günlerinde batılı emperyalistlerin kurduğu REJİ (Tekel İdaresi – 1883) denen o dev gölge, çiftçinin sırtına bir taş gibi çökmüş oturuyordu. Tarlayı sürenin alın teri ona aitti, ürünün kaderi ise imza atmamış bir yabancının elindeydi.

İşte “Bitez Yalısı” tam da bu ezilmişliğin, bu içe çökmüş isyanın melodik yankısıdır.
Hani türkünün o meşhur dizesi vardır ya

“Çökertme’den çıktım da Halilim aman başım selamet”

Biz onu yıllarca mavi bir akşam üstü fotoğrafı sandık. Oysa o haykırış; köylünün umudunun da batışıydı… Ve “Kolcular”ın gölgesinden kurtulmayı amaçlıyordu.

Kolcular…Yalnız bir kelime değil, bir sınıfın korkusu, bir kuşağın kabusuydu.
10 bin kişilik bir şirket ordusu… Öyle düşünün. Devlet değil. Millet değil. Sadece kâr maksimizasyonu için kurulmuş bir gölgenin mekanizması.. Osmanlı köylüsünün emeği, adeta bir “varlık yönetim şirketi”ne devredilmişti. Bugün kurumsal jargonla ifade edersek; ülkenin nakit akışı, üst kurul operasyonel yönetiminde, halkın ise sadece “maaş karşılığı operasyon işgücü” statüsünde olduğu bir ekonomik model…Absürd ama gerçek.

***

Türküler, bu baskının altında ezilenlerin “açık hava arşivi”dir. Kayıt cihazı yok, gazetesi yok, mecliste sesi yok…Ama türkü var. Bitez Yalısı da böyle doğdu…Sessizliği yaran bir çığlıkla, kolcudan kaçan bir nefesle, Bulgaristan’a ve Rusya’ya tütün satmaya giderken teknesi yakılan insanların ağıdıyla…

Ve düşünün !

Bir imparatorluğun vergi gelirlerinden daha kârlı bir ürün, bir avuç şirket hissedarı için tüm bir ülkenin kaderini belirledi. 1883’ten 1925’e kadar süren bu iktisadi tahakküm, sadece cebimizden değil, hafızamızdan da çalmaya çalıştı. Oysa Niyazi Berkes’in o acı satırlarını kim duydu? 1901’de yirmi bin ölü…Yirmi bin! Bugün bir ülkeyi sarsacak bir sayı… O gün “borç taksidi planlamasının yan etkisi” olarak not düşülmüş…

Şimdi dönüp soralım kendimize; Bitez Yalısı’nın hüzünlü melodisini duyduğumuzda neden içimizde bir şeyler kıpırdar? Çünkü melodisi güzel olsa da hikâyesi kanayarak bize ulaşır. Bir millet, bir şarkı formunda kendi finansal işgal tarihini hatırlar. Türkü, şirketlerin değil; köylülerin, dağlıların, kaybedip yeniden direnenlerin kayıt sistemidir.

Unutursak? Tarihin bize attığı o sert şamardan kaçamayız.

Unutursak, kişi başı gelir tablosunda grafiğimiz hep yatay seyreder.

Unutursak, adaletli dağılımın ön koşulu olan hafıza bilincini kaybederiz.

Unutursak, bir türkü sadece bir yazlık hatırası olur.

Ama biliriz ki her türkü, kendi çağının gazetesi gibidir. Her dize, bir yaşanmışlığın notudur. Ve “Bitez Yalısı” hâlâ fısıldar, “Benim sesim, kolcuya karşı direnenlerin sesidir.”

Ve eğer bugün hala bu sesi duyuyorsak; işte bu Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetin eseridir !

Formun Üstü

Formun Altı