“…Gavûr dağlarının gözyaşı / ağaç köklerine düşen sevinç./ Yasef dost halayında /Yusuf kuyudan çıkmış/ Joseph’in sofrasında / hoşgörü ikram ediyorlar / düğün alayına.../ Baştan çıkıyor anasonla/ Uzun Çarşı peynirleri /baharatlar cilveli kızlar /içlenen köftelerin kalbinde./Gelin bilir miydi kendisiyle/ Hatay beyazları giyecek.../ Damat bilir miydi kendisiyle/ Antakya ölümle nikâhlanacak.../ Şimdi toprağın bağrında uyurlar/anılar, avlular, düğünler/ geceler uykusuz.../ Bir ev ağlar bir kente/ özlemi hep aynı rüya/ avlusu düğün gecesi.” Neslihan Perşembe Kulakoğlu

Gazeteci, şair, yazar Neslihan Perşembe Kulakoğlu, tıpkı bu şiirinde olduğunu tüm kaleme aldığı şiirlerinde de derinliğini, birikimini, zarifliğini yansıtıyor. Kulakoğlu, doğaya, insana, sokak hayvanlarına, kadına yapılan şiddete ve toplumun dezavantajlı kesimine de hep aynı duyarlılıkla yaklaşıyor. Yazmak, kelamını anlatmak elbette önemli ama sadece onu yapmıyor, hani çoğu zaman ‘insanlık’ can çekişiyor diye hayıflanırken, o bize ‘insanlığın’ tanımını yapıyor.

***

Gelelim şimdi şiire… Hatay’ın kalbinde bir avlu vardır. Taşları eski, gölgesi serin, duvarları türlü dillerin sesleriyle örülmüş. İşte o avlu, bazen bir düğün gecesinin coşkusunu taşır, bazen de yıkımın sessiz yasını. “Avlusu Düğün Gecesi” şiiri tam da bu ikiliği yakalar: Neşenin tam ortasında hüznün, ölümün gölgesi vardır; hüzünle kararmış gecelerin içinde ise yine de hayatı çağıran bir gülüş gizlenir.

Şiirde Yasef’in, Yusuf’un, Joseph’in aynı sofraya oturması boşuna değildir. Antakya’nın gerçekliği budur çünkü: Aynı ekmekten yiyen, farklı dillerde dua eden insanlar. Bir düğün alayı düşünelim: Halaya katılanların kimi farklı dinden, kimi farklı millettendir ama ritim aynı, sevinç ortaktır. Belki de bu yüzden şair, “hoşgörü ikram ediyorlar düğün alayına” der. Hatay’ın hikâyesi, paylaşılan bir sofra gibi, çoğul ama bütüncül bir hikâyedir.

***

Sonra Uzun Çarşı gelir şiire. Baharat kokuları, peynir tezgâhları, cilveli bakışlar… Antakya’nın çarşısı, yalnızca ticaretin değil, hayatın da kalbidir. Çarşının sokaklarında gezerken insan hem tarihle hem de bugünün canlılığıyla karşılaşır. Şairin dizelerinde baharatın kokusu, köftenin kalbi, anasonun baştan çıkarıcılığı, kentin gündelik hayatını düğünle aynı potada eritir.

Ama işte, düğünle ölüm arasındaki çizgi burada incecik bir perdeye dönüşür. Gelin beyazlarını Hatay’ın beyazlarından alır, ama damadın kaderi ağırdır: “Antakya ölümle nikâhlanacak…” Bu dize, coğrafyanın kırılganlığını fısıldar. Depremler, savaşlar, göçler… Hatay’da sevinç hiçbir zaman tek başına değildir; her neşe, biraz da kaybın gölgesini taşır.

Ve sonunda şiir bizi toprağa götürür: “Şimdi toprağın bağrında uyurlar / anılar, avlular, düğünler…” Toprak, hem son hem başlangıçtır. Yıkılan evler, çöken duvarlar, kaybolan sesler… Ama yine de avluya sinmiş o düğün gecesi unutulmaz. Çünkü bir şehir, kendi yıkıntılarından bile yeniden doğmayı bilir.

Antakya

“Avlusu Düğün Gecesi” sadece bir şiir değil, Hatay’ın ruhunun aynasıdır. Bir evin avlusunda başlayan hikâye, bütün bir kentin ortak rüyasına dönüşür. O rüyada halay da vardır, gözyaşı da; sofrada anason da vardır, hüzün de. Ve belki de Hatay’ın en büyük sırrı budur: Sevinçle acıyı, düğünle ölümü, çokluğu ve birliği aynı avluda barındırabilmek. Sevgili Kulakoğlu’nun kaleminin mürekkebi hiç tükenmesin.