Demokratik batı ülkelerinde gazetecilik; çoğu zaman iyi bir maaşla, kahve molasında dünya haberlerine göz gezdirip “bir şeyler yazdım bugün” demek olabilir. Ama Türkiye’de gazeteci olmak, kafeste ötmesini öğrenmiş bir kuş gibi, sesinle duvarları delmeye çalışmak gibidir.
Zira bu ülkede gazeteciyseniz, yalnızca haber peşinde koşmazsınız. Aynı zamanda özgürlüğünüz, onurunuz ve hatta yaşamınızın da elinizden kayıp gitmemesi için mücadele edersiniz. Çünkü kaleminizin ucu bazen bir iddianamenin ilk satırı olabilir. Her sabah, “Bugün ne yazsam?” sorusundan önce, “Bugün yazarsam ne olur?” sorusuyla uyanırsınız. Çünkü burada doğruyu yazmak, çoğu zaman sessiz kalmaktan daha pahalıdır. Çünkü, bu coğrafyada gazetecilik çoğu zaman bir meslek değil; bir meydan okumadır. Ve bir gazetecinin en büyük başarısı, tiraj değil, mahkeme salonlarında okunmasıdır. Teşbihte hata olmaz; en sıkı takipçileri de savcılar ve en hevesli yorumcuları da kolluk kuvvetleridir. Bazen yazdığın bir başlık, sabah baskını için gerekçe olur. Bazen attığın bir tweet, gidiş bileti keser. Gazetecilik burada, ya içeri girmeye ya da dışarı gitmeye mecbur bırakır seni. Ama yine de yazarsın.
Çünkü yazmamak, kabullenmektir. Çünkü sustukça gerçekler unutulur. Ve unutulan her gerçek, geleceğin karanlığına bir tuğla daha koyar. O yüzden gazeteci, yazmaktan vazgeçemez. Her harf bir direnç, her satır bir isyan, her cümle bir hak arayıştır onun için.
Ve bir gün, belki de en çok ses çıkarması gereken an geldiğinde suskun kalanların, en çok susturulanlar yüzünden ayakta kaldığını fark ederiz. Çünkü bu ülkede gazetecilik, gerçeği eğip bükmeden, kimseden aferin beklemeden, "bir gün her şey çok güzel olacak" inancını yitirmeden yazabilmektir.
Ne demişti ustamız Çetin Altan?
“Enseyi karartmayın.”
Bu ülkede gerçekten gazeteciysen, enseyi karartmaya zaten hakkın yoktur.