Her 10 Kasım sabahı, saat 09.05’te ülke bir anlığına susar. Sokakta yürüyen durur, vapurdaki motorcu elini bırakır, okulun bahçesindeki çocuk gözlerini kısar.
O sessizlikte bir eksiklik değil, bir hatırlayış vardır: Bir milletin yeniden doğduğu anı yaratan bir aklın, hâlâ aramızda dolaşan nefesini hissederiz.
Atatürk, sadece bir kurtuluşun değil, bir yön duygusunun adıdır.
O yön, pusulanın kuzeyi gibi sabit bir idealdir… Aydınlık, akıl, bilim, hak, hukuk, adalet, özgürlük, eşitlik ve demokrasi … Her ne kadar zaman zaman, pusulamızın ibresi şaşsa da bu böyledir ve asla değişmeyecek.
Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında, Atatürk’ün bize bıraktığı en büyük miras “hazır bir ülke” değil, “sürekli yenilenen bir mücadele biçimi”dir. Ve Atatürk, ölümünün 87’nci yılında bile Anıtkabir’de tam bağımsız, laik Türkiye Cumhuriyeti için mücadelesine devam ediyor ! O, kalıpların değil, sorgulamanın adamıydı. Bugün O’nu gerçekten anlamak, heykeline çiçek bırakmaktan öte, her gün şu soruyu kendimize sormaktan geçer;:
“Ben bugün, bu ülkenin yarınını biraz daha akıllı, biraz daha özgür kılmak için ne yaptım?”
Atatürk’ün mirası sadece geçmişte değil, gelecekte saklıdır.
Bugün bir gencin “Ben de yapabilirim” demesi, bir kadının “Benim de hakkım var” diyebilmesi, bir çocuğun “Okuyacağım” diye ısrar etmesi hep o fikrin yankısıdır.
Evet, 10 Kasım bir yas günü değildir. Bu tarih, aslında tüm Türk halkının “vicdan muhasebesi” günüdür. Çünkü Atatürk’ün asıl büyüklüğü, hala bize ayna tutabilmesidir.
Ve o aynada gördüğümüz şey yalnızca bir lider değil, biziz. O’nun hayal ettiği millet olup olmadığımızla yüzleşen insanları..
Saat 09.05’te duran o sessizlik belki de aslında bize şöyle fısıldıyordur:
“Ben görevimi yaptım. Şimdi sıra sizde.”
Rahat uyu Atam ! Emanet ettiğin Türkiye Cumhuriyeti’ni koyduğun ilkeler doğrultusunda sonsuza kadar yaşatacağız !