Türkiye’nin 2017’de Rusya’dan aldığı S-400 hava savunma sistemi, Ankara-Washington hattında yalnızca bir savunma krizi yaratmadı; aynı zamanda Türkiye’nin Batı ittifakıyla kurduğu yapısal ilişkinin sınırlarını da açıkça ortaya koydu. Bu karar, teknik bir ihtiyaçtan ziyade stratejik bir tercihti. Türkiye, NATO üyesi olmakla birlikte, güvenlik mimarisini tek kutuplu ittifak dayatmalarına teslim etmek istemediğini ilan etti. Ancak ABD’nin F-35 programından çıkarma kararı ve CAATSA yaptırımları (ABD’nin Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası; özellikle Rusya’dan büyük ölçekli savunma sistemi alımı yapan ülkelere yaptırımı öngörüyor), bu tercihin bedelinin hafif olmadığını da gösterdi.
2025 yazı itibarıyla, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Donald Trump arasında gerçekleşen görüşme, krizin yeniden “yönetilebilir” hale gelip gelmeyeceği sorusunu gündeme taşıdı. ABD Büyükelçisi’nin yıl sonuna kadar çözüm umudu taşıması, teknik düzeyde temasların başladığını gösteriyor. Ancak mesele teknik değil, doğrudan siyasi ve jeopolitiktir. Zira S-400 meselesi, Türkiye'nin dış politika yöneliminin sadece savunma sanayiiyle değil, uluslararası sistemle kurduğu ilişki biçimiyle doğrudan bağlantılıdır.
Türkiye açısından S-400 tercihi, sadece savunma kapasitesini artırma amacı taşımıyor; aynı zamanda çok merkezli bir dış politika vizyonunun da parçası olarak okunmalıdır. 15 Temmuz sonrası Batı’nın yaklaşımı, Suriye’de YPG’ye verilen açık destek, Doğu Akdeniz'de yalnız bırakılma gibi başlıklar, Ankara’nın güvenlik mimarisinde yeni arayışlara yönelmesine neden oldu. Rusya ile kurulan bu savunma ilişkisi, bu özerklik arayışının en görünür simgelerinden biri haline geldi.
Washington ise bu tercihi bir sapma değil, bir meydan okuma olarak okuyor. Türkiye’ye dayattığı “ya S-400 ya F-35” ikilemi, aslında bir savunma sistemi tercihinden çok daha fazlasını içeriyor. Bu, ABD’nin küresel güvenlik mimarisinde kendi dışındaki aktörlere alan tanımama refleksinin bir sonucu. Fakat Ankara bu ikilemi reddediyor; hem kendi savunma kararlarını almak istiyor hem de ittifak ilişkilerini bütünüyle koparmadan yürümeye çalışıyor.
Gelinen noktada Türkiye, kendi jeopolitik ajandasını kurumsallaştırmaya çalışan, Batı merkezli düzene angaje olmadan işbirliği yürütebilecek bir model inşa etmeye çalışıyor. F-35 meselesi ise, bu modelin sınanmakta olduğu bir test sahası. Türkiye, bu krizi yalnızca telafi edici adımlarla değil, çok boyutlu stratejik bir vizyonla karşılıyor.
S-400 krizi, dolayısıyla bir sistem alımı değil; bir duruşun, bir yönelimin ve hatta bir direnişin ifadesidir. Bu kriz, Türkiye’nin boyun eğmekle stratejik direnç göstermek arasındaki ince çizgide yürüdüğü bir eşiği temsil ediyor. Bu eşik aşıldığında, yalnızca Türkiye–ABD ilişkileri değil, Türkiye’nin dünya siyasetindeki yeri de kalıcı biçimde yeniden tanımlanacaktır.