Cehennem sıcağı bir yaz günü…
Göğün mavi gözleri kederle dolu,
rüzgâr, gazetelerin yapraklarını karıştırırken
bir kalemin sesi kesildi bu ülkede...
Hikmet Çetinkaya gitti,
bir çınar devrildi sessizce…
O; yazıların zeytin ağacıydı,
bin yıl susmadan konuşurdu,
bir kelimeyle çobanı da paşayı da,
susturur, düşündürür, titretirdi.
Hikmet abi,
sen ki kelimeyi kuş gibi avuçlayıp
özgürlüğün göğüne salar,
sözle zalime mızrak, mazluma ekmek olurdun…
Kaç bahar geçti bu memleketin üstünden,
Ve sen kaç bahar yaşadın,
bir manşette yağmur gibi,
bir yazıda yıldırım gibi…
Söylediklerin, diken üstünde yürüyen halkın ayak iziydi.
Kaleminden dökülen her harf,
bir köylünün alnındaki ter,
bir işçinin nasırında umut,
bir annenin duasında cesaretti.
Sen gittin şimdi…
Ama biz biliyoruz;
gerçek ölümlere benzemez böyle gidişler,
senin gibi gidenler
toprağa değil, tarihe karışır.
Ah benim Hikmet Ağabeyim,
ey Cumhuriyet’in yürekli çocuğu,
ey kelamın dağlara çarpan yankısı…
Sen sustun belki,
ama bu memleketin sesi,
senin yazdıklarında hâlâ yankılanıyor.
Kavak yelleriyle değil,
Kuvâ-yı Milliye rüzgârlarıyla uğurluyoruz seni.
Şimdi biz, senin geride bıraktığın
o yazılmamış yazıyı tamamlamakla yükümlüyüz.
Kalemini göğe değil,
vicdanımıza emanet ettik.
Güle güle Hikmet Çetinkaya…
Dağlar gibi yazdın,
ırmaklar gibi aktın,
ve bir ömür, halkın gözünün içine bakarak yaşadın.