Çocukları Kim Kurtaracak?
80’lerin başında meşhur olmuş ağlayan bir çocuk portresini beden eğitimi öğretmenimizin evinde gördüğümde öyle çok etkilenmiştim ki gözlerim dolmuştu. Oysa henüz on üç on dört yaşlarında bir çocuktum.
Ağlayan kumral saçlı bu çocuğun gözlerinde içe işleyen üzüntü öyle derindi ki bakanın bir daha bakmasına neden oluyordu.
Bu çocuğun hüznü, kederi, gözyaşları bir anda ülkenin her yanını sarmıştı. Evlerin, bakkal dükkânlarının, kahvelerin, iş yerlerinin duvarlarını süsleyen bu poster neden bu kadar insanların yüreğine dokunmuştu ki?
Elbette, o yıllarda bizleri etkileyen yalnızca bu poster değildi. Babamın Kitapevinde Kemalettin Tuğcu kitapları kapış kapış satılır, okula giden her çocuğun çantasında mutlaka bir tane bulunurdu.
“Kemalettin Tuğcu okurken ağlayarak büyüyen çocuklardık biz.”
Kemalettin Tuğcu’nun eziyet gören yoksul çocuk kahramanlarıyla Yeşilçam’ın mutlu sonla biten yetim hikâyeleri arasında büyük bir duygudaşlık vardı.
Türkiye’nin hızlı bir değişim geçirdiği yılların yazarı olan ve 300’den fazla romana imza atan Tuğcu, Yeşilçam’daki çocuk yıldızların rol aldığı filmlerin ilki olan Ayşecik’in senaryosunu da yazmıştı. Köyden kente göçle birlikte bilmedikleri bir dünyada yalnız ve korumasız kalan boynu bükük yetimleri, genç yaşta çalışmak zorunda kalan, sürekli eziyet edilen ve tüm ailesinin sorumluluğunu almak zorunda bırakılan çocukları, dilenci çetelerini, seyyar satıcıları, her şeye rağmen okumaya çalışan yeraltı çocuklarını anlatmıştır. Şehrin tüm yükü ve kiri pası bu çocukların üstündedir adeta.
Yoksul ama gururlu Türkiye için erdemli bir rol modelidirler. Ahlaklı, dürüst, çalışkan, iyi bir vatandaş olmanın önemi vurgulanır bu romanlarda.
“İyi de, bu çocukların bu kadar acı çekmesini kim istiyor?”
Daha dün gibi sinemaların salı veya çarşamba günleri gündüz kadınlar matinesine tüm komşularımızın toplanarak gittiği günler.
Bizlerde okuldan çıktığımız gibi üzerimizde önlükler elimizde çantalarla sinemanın kapısına gider içeriye biletsiz girmek için görevlilere yalvarırdık. Filmin son on dakikası kaldığı için görevliler yakarışlarımıza dayanamayıp hepimizi içeriye alırlar, kırmızı halıyla kaplanmış geniş basamaklı merdivenlere oturmamızı söylerlerdi.
Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur filmlerinde salya sümük ağlayan annelerimize kıkırdayarak güler, filmde onları bu kadar ağlatacak nedenin ne olduğunu anlayamazdık.
Oysa aynı bizler, Ayşecik, Ömercik filmlerine denk geldiğimizde annelerimizin gözyaşlarına kimselere göstermeden usulca eşlik eder önlüğümüzün cebinden çıkardığımız buruşuk beyaz bez mendillere sessizce burnumuzu silerdik.
“Türkiye toplumu; ağlayan çocuk tablosunu evlerine, işyerlerine asarak çocuklarına gösterdiği hoyratlığın ve ilgisizliğin kefaretini ödemekte, suçluluk duygusundan da Türk filmlerini izlerken ağlaya ağlaya kurtulmaya çalışmakta.”
Anne babalarımız acı çekiyordu. Onlar acı çektiği için bizler de acı çekiyorduk. Tıpkı Türk filmlerinde olduğu gibi anne babalarımızı kurtarmak için çocukluğun ne olduğunu bilmeden küçücük yaşta büyüyorduk. 10 yaşında erkek arkadaşlarımız oto tamircilerde dayak yiye yiye meslek öğrenirken kızlar küçük yaşta evlendirilmek için dikiş, nakış, oya yapmasını öğreniyorduk.
Bütün bunlar bizlere bakamadıkları için, yeterli para kazanamadıkları için, bir bisiklet dahi almaya ayıracak paraları olmadıkları için oluyordu. Bu yüzden de Türk filmlerinde çocuk karakterlerin sık sık bisiklet istemesi bundandır.
Anne babalarımızın acı çekme nedenleri elbette sadece yaşadıkları ekonomik zorluklar değildi.
Onlar kendi hayatlarını değil, anne babalarının, toplumun dayattığı hayatı kurmuş ve tüm imkânsızlıkları zorlayarak ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Gençlik yıllarında hayalini kurdukları hayatı yaşayamamanın verdiği kederde çoktan boğulmuşlardı.
“Hepimiz dayak yiyerek büyüdük. Çünkü bu yöntemi doğru sanıyorlardı.”
Anne babalarımız dayaksız eğitim olacağını bilmiyorlardı. Anne babalarından ne görmüşlerse öyle yapıyorlardı. Oysa bizler kızgın sacın üzerinde dayak atılarak dans etmemiz istenen ayı değil hiç tanımadığımız bir dünya da neyin ne olduğunu anlayarak büyümeye çalışan çocuklardık.
Ya annemiz döver babamız sever. Ya da babamız döver annemiz severdi. Ya da ikisi birden döverdi. İkisinin birden hiç dövmeden, sadece bizlerle konuşarak bilmediklerimizi anlattıkları görülmemiştir. Onlara göre biz çocuktuk ve bir şeyden anlamazdık.
Yediğimiz dayaklar çoğu zaman anne baba dayağını aşar, okulda öğretmenlerimizden, sokakta bizden büyük çocuklardan, abla veya ağabeylerimizden dayak yerdik. Zaman zaman da komşularımızdan…
“Çocuk dövmek normal bir şeydi.”
Çocuklarını döverek büyütmek bizim anne babalarımız için çok normal bir şeydi. Çünkü dövmezlerse komşuları, “Kızını dövmeyen dizini döver,” diyerek akıl dahi verirlerdi.
İşin gerçeği anne babalar çocukları nasıl yetiştirmeleri gerektiğini bilmezlerdi. Devlette bu konuyla ilgili pek bir şey yapmazdı. Yapar görünürde yapmazdı. Anne babalarımız kitap okumamızdan korkarlardı. Eve geç gelmemizden, çok arkadaş edinmemizden, yeni fikirlerden, süslü püslü giyinmemizden, sakız çiğneyip patlatmamızdan, yabancı müzikler dinlememizden, kötü alışkanlıklar edinmemizden.
“Anne babalarımız bizleri kendi anne babalarının uyguladığı sert yetiştirme kurallarından bir tık daha serbest yetiştirdi. Biz de çocuklarımızı anne babalarımızın bizi yetiştirdiği sert kurallarından bir tık daha serbest bırakarak yetiştiriyoruz.”
Aslında toplum olarak kendimizi suçlu bir yetişkinden çok, acılı bir çocuk olarak görmekteyiz.
Büyümemiş, hep çocuk kalmış bir toplumun hissettiği mağduriyet duygusu ise onulmaz bir yaradır bizim için. Daimi bir ebeveyn arayışı içinde olduk bu yüzden. Birileri bizim yerimize düşünsün. Bizim yerimize karar versin. Bize sahip çıksın. Korusun kollasın dedik durduk. Oysa kocaman kadınlar adamlardır artık.
O yüzdendir ki her takım elbiseli siyasetçiye bir tür baba gözüyle baktık “Devlet Baba!” dedik.
Acılarımızı müzik yapan, Orhan Gencebay’a ‘Orhan Baba’, Müslüm Gürses’e ‘ Müslüm Baba’, Ferdi Tayfur’a da, ‘ Ferdi Baba’ dedik.
“Bu Çocukları (Türk Toplumunu) Kim Kurtaracak?
Biz hiç büyümedik. Büyümemize izin vermediler. Tıpkı anne ve babalarımızın büyümelerine izin vermedikleri gibi…
Bu yüzdendir çizgi filmleri büyük bir keyifle izlememiz. Bu yüzdendir çocuklarımıza aldığımız oyuncaklarla oynamamız. Bu yüzdendir sanki biz okula gidiyormuşuz da öğretmenden aferin alacakmışız gibi çocuklarımızın ödevlerini yapışımız. Bu yüzdendir cep telefonlarına olan bağımlılığımız. Bu yüzdendir herkese çabucak inanışımız. Bu yüzdendir sahtekârlara para kaptırmamız. Bu yüzdendir her siyasetçinin vaatlerine inanışımız. Bu yüzdendir her söyleneni doğru sanışımız. Bu yüzdendir para hesabı bilmeyişimiz. Bu yüzdendir filmlerdeki acıklı sahnelerde hala çocuk gibi ağlayışımız.
“Artık Büyüme Zamanı Geldi”
Kuşaklar boyu acı çektik, çektirildik. İster buna devletler yüzünden deyin. İsterse hükümetleri suçlayın. İsterseniz dünyadaki sistemi…
Ama emin olun sonuç değişmeyecek siz değişmediğiniz sürece.
Değişim dediğiniz şey bilmekten geçer. Bilmek korkularınızı yenmenize, korkusuz olmanızsa düşlerinizi gerçekleştirmenize, düşlerinizi gerçekleştirmenizse mutluluğunuza neden olur.
Ayrıca bilmek sizi geliştirir ve güçlü kılar. Ekonomiyi bilir, nasıl para kazanacağınızı öğrenirsiniz. Hangi meslekleri seçtiğinizde daha iyi bir gelecek kuracağınızı anlarsınız. İnsan sarrafı olursunuz. Sizi kandırmalarına böylelikle izin vermemiş olursunuz.
Çocuklarınızı nasıl yetiştireceğinizi kulaktan dolma değil bilimsel araştırmalardan yola çıkarak şekillendirirsiniz. İnsanları dinlemeyi öğrenirsiniz. Dinlemekten kasıt ne demek istediklerini anlarsınız.
Psikolojiyi öğrenirsiniz. Başta sizin psikolojinizi anlar, sonra ailenizin ve sonunda toplumun.
Bir toplumda suç oranı giderek artıyorsa bunun nedenlerini maddeler halinde sıralar çözümler sunarsınız.
23.Nisan Büyüyen Çocuk Bayramımız Kutlu Olsun.
Sevgiyle ve İnsanca Kalın