19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’da karaya ayak basan Mustafa Kemal Paşa ve 18 kişilik karargâhı 9 Eylül 1922 tarihine kadar sürecek uzun bir savaşın yolcuları olduklarını biliyorlar mıydı?
Hiç kuşkusuz bu subay kadrosu bilmiyordu ama tarihin belleği bu sorunun yanıtını kendine saklamıştı.
15 Mayıs 1919… Samsun’daki görevine bir gün sonra gidecek olan Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da ayrılış ziyaretleri yapıyordu. Genelkurmay Başkanı Cevat Paşa’yı, eski Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa’yı ziyaret etti. Görüşmek için gittiği Bakanlar Kurulu üyelerini toplantıda buldu. Bekleme salonunda rastladığı İçişleri Bakanı Mehmet Ali’den İzmir’in işgal edildiğini öğrendi. “Allah Allah, ne küstahlık. Protesto edeceğiz,” diyen İçişleri Bakanı’na, “Belki de daha kesin tedbirler düşünülebilir” dedi. Mustafa Kemal Bekirağa Bölüğü’nde tutuklu olan arkadaşı, eski İçişleri Bakanı Fethi Bey’i (Okyar) ziyaretinde, “Hükümet ve saray benim hakkımda derin bir gaflet içinde bulunuyorlar. Meseleden henüz İngilizlerin haberi yok,” dedi. Aynı gün Osmanlı Bankası Müdürü Berc Keresteciyan, Mustafa Kemal’i götürecek Bandırma vapurunun İngilizler tarafından batırılacağını Mustafa Kemal’in avukatı Sadettin Ferit’e, o da Mustafa Kemal’e bildirdi.
Artık bu yolculuğun dönüşü yoktu… Yol yolcusunu bekliyordu…
Bu yolculuk hakkında ne hurafeler uyduruldu. Bandırma vapuru çürük çarıktı… Pusulası yoktu… Ne demekse, paraketesi bozuktu!.. Kaptan Karadeniz’e hiç çıkmamıştı… Padişah Vahideddin vatanı kurtarması için görevlendirmişti… Kendisine de 40 bin altın verilmişti… Daha neler neler…
Bunların hiçbirisi gerçek değildi. Gerçek olan neydi? Daha İstanbul’dayken vermiş olduğu karardı.
Büyük Söylev’inde anlatmaktadır ki:
“Gerçekte, içinde bulunduğumuz o günlerde, Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş, ömrü tükenmişti. Osmanlı ülkesi bütün bütüne parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son olarak, bunun da paylaşılmasını sağlamak için uğraşılmaktaydı. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife, hükümet, bunların hepsi kavramını yitirmiş birtakım anlamsız sözlerdi.
Neyin ve kimin dokunulmazlığı için kimden ve ne gibi yardım istemek düşünülüyordu?
O halde sağlam ve gerçek karar ne olabilirdi?
Baylar, bu durum karşısında bir tek karar vardı. O da ulus egemenliğine dayanan, kısıntısız, koşulsuz, bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmak.
İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan önce düşündüğümüz ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız karar, bu karar olmuştur.
Bu kararın dayandığı en sağlam düşünüş ve mantık şu idi:
Temel ilke, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu, ancak tam bağımsız olmakla sağlanabilir. Ne denli zengin ve gönençli olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus, uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan kendini kurtaramaz.
Yabancı bir devletin koruyuculuğunu istemek insanlık niteliklerinden yoksunluğu, güçsüzlüğü ve beceriksizliği açığa vurmaktan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağılık duruma düşmemiş olanların, isteyerek başlarına yabancı bir yönetici getirmeleri hiç düşünülemez.
Oysa, Türk’ün onuru ve yetenekleri çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus, tutsak yaşamaktansa yok olsun, daha iyidir.
Öyleyse, ya bağımsızlık, ya ölüm!
İşte gerçek kurtuluşu isteyenlerin parolası bu olacaktı.
Bu parolayla başlatılan mücadeleyle, insanlık tarihinde, ilk kez bir mazlum ulusun emperyalizme karşı başkaldırıp savaşabileceğini ve dönemin en büyük emperyalist gücü olan İngiltere başta olmak üzere İmparatorluk’tan arta kalan son vatan parçası Anadolu’yu işgale gelenleri savaş alanında mağlup edebileceğini tüm dünyaya göstermiştir.
19 Mayıs 1919, son noktanın konduğu 24 Temmuz 1923 tarihindeki imzalatılan Lozan antlaşmasıyla tam bağımsız, ulusal üniter laik Türkiye Cumhuriyeti’nin önsözüdür.
Tam da bugünlerin siyasi ortamında 19 Mayıs’taki parolanın genç ve enerjik tutulmasının hayati olduğunu belleklerimize kazımak gerekiyor.