Bazı insanlar vardır; varlıklarıyla omuzlarımızdaki yükü hafifletir, kelimeleriyle karmaşayı sadeleştirir, sessizlikleriyle bile güven verir. Onlar büyük cümleler kurmaz, yüksek sesle konuşmazlar ama hayatın en zor anlarında en doğru yerde durmayı bilirler. Hayatı kolaylaştıran insanlar, çoğu zaman fark edilmeden iyilik yapan, iz bırakmadan iz bırakan nadir ruhlardır.
Bu insanlar çözüm odaklıdır. Sorunları büyütmek yerine anlamaya çalışırlar. Herkesin şikâyet ettiği bir anda, “Bunu nasıl aşarız?” sorusunu soran onlardır. Hayatın düğümlendiği yerde ipi daha da sıkmak yerine sabırla çözmeye uğraşırlar. Yanlarında olduğunuzda, meseleler küçülmez belki ama baş edilebilir hâle gelir. Çünkü yük paylaşılır, ağırlık azalır.
Hayatı kolaylaştıran insanların en belirgin özelliklerinden biri, yargılamadan dinleyebilmeleridir. Dinlemek, günümüz dünyasında unutulmuş bir erdemdir. Çoğu insan cevap vermek için dinler; oysa bu insanlar anlamak için dinler. Karşınızdakinin sözünü kesmeden, kendi doğrularını dayatmadan, sadece orada olarak bile büyük bir iyilik yaparlar. Bazen bir insanın ihtiyacı olan tek şey, anlaşılmaktır.
Bu insanlar empati kurmayı bilir. Başkasının acısını küçümsemez, “Ben olsam öyle yapmazdım” demek yerine “Bu senin için zor olmalı” diyebilirler. Empati, sorunları çözmez belki ama insanı yalnızlıktan kurtarır. Hayatı zorlaştıran şeylerin başında yalnız hissetmek gelir; işte bu insanlar, tam da burada devreye girer.
Bir diğer önemli özellikleri de sakinlikleridir. Panik yerine sükûneti, öfke yerine anlayışı seçerler. Hayatın hızına kapılıp savrulmak yerine, durup nefes almayı hatırlatırlar. Onlarla konuşurken zaman yavaşlar, düşünceler berraklaşır. Çünkü bazen hayatı kolaylaştıran şey, sadece doğru tempoyu yakalamaktır.
Bu insanlar her zaman en yakınımızda olmayabilir. Bazen bir öğretmen, bazen bir iş arkadaşı, bazen de yolumuzun kısa bir an kesiştiği bir yabancı olabilirler. Hayatımıza girer, dokunur ve giderler; ama bıraktıkları etki kalıcıdır. Onlardan sonra insan, dünyaya biraz daha yumuşak bakmayı öğrenir.
Belki de en önemlisi şudur: Hayatı kolaylaştıran insanlar, bize nasıl biri olmamız gerektiğini hatırlatır. Daha anlayışlı, daha sabırlı, daha insanca… Ve fark etmeden şu soruyu sordururlar: “Ben başkalarının hayatını kolaylaştıran biri olabiliyor muyum?”
Çünkü dünya, zorlaştıranlardan çok, kolaylaştıranlara ihtiyaç duyar. Ve bazen tek bir insan, bir hayatın yükünü hafifletmeye yeter.

İzmir'de belediye otobüsü kaza yaptı: 1 kişi hayatını kaybetti
İzmir'de belediye otobüsü kaza yaptı: 1 kişi hayatını kaybetti
İçeriği Görüntüle

Kumru ve Kadın
İsmail Zorba

Ismail Zorba
İsmail Zorba’nın‘Kumru ve Kadın’ adlı öykü kitabı Çınaraltı Yayınları’ndan kitapseverlerle buluştu. Kitap sözcüklerin geri çekildiği, sessizliğin ve sezginin konuştuğu bir anlatı evreni kurar. Bu öyküde dil, doğrudan ifade edilen bir araç olmaktan çok; bakışlarda, kanat çırpışlarında ve sezgilerde saklıdır. Kumru ile kadın arasındaki görünmez bağ, insanla doğa arasındaki kadim iletişimi yeniden hatırlatırken, okuru anlamın söylenmeyende gizli olduğu bir dünyaya davet eder.
Öykünün merkezinde yer alan kumru figürü, yalnızca bir kuş değildir; haber getiren, işaret bırakan ve geçmişle bugün arasında köprü kuran simgesel bir varlıktır. Kanatlarının altında sakladığı hikâyeler, kadının iç dünyasında karşılık bulur. Kumru her gelişinde, kelimelere dökülemeyen bir duyguyu harekete geçirir. Onun sessizliği, kadının iç sesiyle birleşerek anlam kazanır. Bu nedenle kumrunun dili herkes için kapalıyken, kadın için açıktır.
Kadın karakteri, öyküde sezgiyle var olan bir bilinç olarak karşımıza çıkar. O, hayatı “an” üzerinden kurar; zamanı ilmek ilmek dokur. Sevgiyi bir sahiplenme değil, gönülden verme hâli olarak yaşar. Kumruyla kurduğu bağ da bu karşılıksızlık üzerine inşa edilmiştir. Aralarında kurulan ilişki, sözden arınmış bir anlayışın mümkün olduğunu gösterir. Kadın, kumrunun ne getirdiğini sorgulamaz; onun varlığını kabul eder, hissettirdiğini dinler.
Öykünün en çarpıcı yanlarından biri, kaybın yarattığı duygusal boşluğun görsel bir metaforla aktarılmasıdır. “O gitti, bütün renkli fotoğraflar siyah beyaz şimdi” cümlesi, yalnızlığın ve eksikliğin dünyayı nasıl solgunlaştırdığını yalın ama etkili bir biçimde anlatır. Bu kayıp, kumrunun düzenli ziyaretleriyle anlam kazanan bir bekleyişe dönüşür. Kumru, belki bir haberci, belki de hatırlamanın kendisidir. Net bir cevap verilmez; çünkü öykünün gücü, belirsizliğinde saklıdır.
Kumrunun masadakilere bakması, kadının onu fark etmesi ve ardından gelen kısa diyalog, anlatının doruk noktalarından biridir. “Biliyorum. Sen de biliyorsun, değil mi?” ifadesi, söze dökülmeyen bir ortak bilginin varlığını ima eder. Kumrunun havalanıp kaybolması ise, anın geçiciliğini ve işaretlerin ancak fark edenler için anlam taşıdığını simgeler.
“Kumru ve Kadın”, okurunu yüksek sesle konuşan bir hikâyeye değil, fısıltıyla ilerleyen bir iç yolculuğa davet eder. İsmail Zorba, bu öyküsünde sevgiyi, kaybı ve sezgiyi semboller aracılığıyla anlatır; okuru, anlamı kelimelerin ötesinde aramaya çağırır. Kumru uçar gider, ama bıraktığı his kalır. Tıpkı öykünün kendisi gibi: sessiz, zarif ve derin.

Dikeni Gül Eder Senin Sözlerin
Mustafa Demirci

Siir Demirci

Şiir, kimi zaman kelimelerin yükünü hafifleten bir sığınak, kimi zaman da duyguların en yalın ama en derin hâlidir. Mustafa Demirci’nin Drama Yayınları’ndan çıkan ‘Dikeni Gül Eder Senin Sözlerin’ adlı şiir kitabı, sözün dönüştürücü gücünü merkezine alan, sevdayı yalnızca bir duygu değil, bir değişim hâli olarak ele alan güçlü bir anlatı sunar. Şair, sevilenin bakışıyla yollar açar, sözüyle zehri bala çevirir; böylece aşk, acıyı iyileştiren bir merheme dönüşür.
Şiirlerinde ilk dizelerinden itibaren, klasik aşk şiirinin vazgeçilmez imgeleri modern bir içtenlikle yeniden kurulur. Gözler yol olur, sözler şifa olur; sanat, aşkın yanında ikincil bir konuma çekilir. Bu yaklaşım, aşkı yücelten ama onu gündelik hayatın doğal bir parçası hâline getiren samimi bir dil yaratır.
Şair, kendini sevilenin varlığıyla anlam kazanan bir unsur olarak konumlandırır. Bu, bireysel bir silinme değil; aksine, karşılıklı varoluşun şiirsel bir ifadesidir. Sevilenin sesi kışları bahara çevirir, dikenleri güle dönüştürür. Burada doğa imgeleri, duygusal dönüşümün en güçlü anlatım araçları hâline gelir.
Mustafa Demirci, şiirlerinde hasret ve yokluk temaları öne çıkar. Yokluk hüzün, varlık çözüm olarak tanımlanır. Bu karşıtlık, aşkın sadece mutluluk değil, aynı zamanda dayanma gücü olduğunu da gösterir. Şairin gözleri başkasını görmezken dili lâl olur; sözün kaynağı yine sevgilidir. Böylece şiir, sözle başlar, sözle derinleşir ve yine sözle anlamını tamamlar.
‘Dikeni Gül Eder Senin Sözlerin’, sade diliyle derin bir duygusal evren kuran, aşkın iyileştirici ve dönüştürücü gücünü öne çıkaran bir şiirdir. Mustafa Demirci, şiirlerinde sözü yalnızca bir iletişim aracı olarak değil, kalbi onaran, zamanı yumuşatan ve hayatı yeniden şekillendiren bir güç olarak sunar. Şiir, okuruna sevdanın en sessiz hâlinin bile dünyayı değiştirebileceğini fısıldar.

Hayat Oyununda Rol Kapmak
Necmi Bektaşoğlu

Necmi
İnsanlık, 20. yüzyıldan bugüne, atalarının hayal dahi edemeyeceği hızda değişimlere tanıklık etti. Teknolojik sıçramalar, küresel dönüşümler, savaşlar, göçler, eşitsizlikler ve nihayetinde salgınlar… Tüm bu kırılmalar, yalnızca toplumsal hafızayı değil, bireysel hayatlarımızı da derinden şekillendirdi. Kişisel tarihimizin acıları ve sevinçleriyle yoğrulan varoluşumuz, bugün her birimizi zorlu bir ‘hayat oyunu’nun içine yerleştiriyor. İşte Necmi Bektaşoğlu’nun ‘Hayat Oyununda Rol Kapmak’ adlı kitabı tam da bu oyunun ortasında, insanın kendine ve dünyaya tutunma çabasını şiirle dile getiriyor.
Bektaşoğlu’nun şiirleri bir ‘dostça iç döküş’ niteliği taşıyor. Bu iç döküş, bireysel bir anlatının çok ötesine geçerek kolektif bir deneyime dönüşüyor. Okur, şairin dizelerinde yalnızca onun sesini değil, kendi kırılganlığını, öfkesini, umudunu ve yorgunluğunu da buluyor. Salgın koşullarıyla yüzleşmiş, derin eşitsizliklerin gölgesinde yaşamaya çalışan çağdaş insanın ruh hali, şiirlerin satır aralarında açıkça hissediliyor.
‘Hayat Oyununda Rol Kapmak’, şiiri durağan bir anlatım olmaktan çıkarıp devinim hâline getiriyor. Arzu Kök’ün de altını çizdiği gibi, Bektaşoğlu’nun şiiri; cesur, atak ve alışılmışın dışında yöntemlerle örülmüş bir dil sunuyor. İmgeler, duygular ve çağrışımlar aynı anda okurun zihnine hücum ederken, düzensiz ve aksak ritim şiirin bilinçli bir tercihi olarak karşımıza çıkıyor. Bu ritim, çağımızın kırık dökük gerçekliğiyle birebir örtüşüyor.
Şair, ‘şehirli ozan’ kimliğiyle modern hayatın karmaşasını, yalnızlığını ve yabancılaşmasını şiirine taşıyor. Ancak bu karamsar bir teslimiyet değil; aksine, yaşamın içinde bir rol kapma, söz söyleme ve var olma ısrarı. Okur, Bektaşoğlu’yla birlikte kızıyor, efkârlanıyor, buruk sevinçleri paylaşıyor. Şiir, bu yönüyle bir kaçış değil; hayatın tam ortasında durmanın, acıyla ve umutla yüzleşmenin bir biçimi hâline geliyor.Kekeme Yayınlarıyla okurlarla buluşan ‘Hayat Oyununda Rol Kapmak’, yalnızca dizeler arasında gezdirmiyor; onu, yaşadığımız dünyanın zorluklarıyla yüzleşmeye, umudu diri tutmaya ve kendi rolünü cesaretle üstlenmeye davet ediyor.

Meşru Müdafaa Hakkında Bir Zeyl
Ferhat Nitin

Ferhat Nittin

Şair Ferhat Nitin’in‘Meşru Müdafaa Hakkında Bir Zeyl’isimli şiir kitabı ŞEY Kitapları ile okurlarla buluştu. Çağdaş insanın iç dünyasını kuşatan savunma reflekslerini şiirsel bir düzlemde görünür kılar. Şiir, başlığından itibaren hukuksal bir terimi varoluşsal bir bağlama taşıyarak, bireyin kendini hayata karşı koruma çabasını merkeze alır. Burada meşru müdafaa, fiziksel bir eylemden çok, ruhun incinmemek için geliştirdiği sessiz bir direnç biçimidir.
Hayat, teşhis konulamayan bir hastalık gibi yaşanır; acının kaynağı belirsizdir ama etkisi derindir. Bu belirsizlik, beklemenin “modası geçen tatlı bir acı”ya dönüşmesiyle daha da görünür hâle gelir.Şair, gündelik hayatın sıradan mekânlarını ve eşyalarını şiirin taşıyıcı unsurları olarak kullanır. Toplu taşıma, gardırop, pantolon gibi nesneler; bireyin hayallerini ezmeden ayakta kalma çabasının tanıklarıdır. Hayat, gardırobun köşesinde duran bir pantolona uzanırken, okur da şehirle kurulan mesafeli ilişkiye tanıklık eder.
Şiirde zaman ve mevsim imgeleri de anlam derinliğini artırır. Cemrenin düşmesini beklemeden sokağa çıkmak, umut için uygun koşulların oluşmasını beklemeyen bir varoluş hâlini temsil eder. Bu acelecilik, modern hayatın savurganlığıyla birleşir.
‘Meşru Müdafaa Hakkında Bir Zeyl’, modern bireyin duygusal savunma mekanizmalarını yalın ama yoğun imgelerle anlatan güçlü bir şiirdir. Ferhat Nitin, gündelik hayatın sıradan ayrıntılarından yola çıkarak, çağımızın görünmez yaralarına dokunur. Şiir, okurunu yüksek sesle değil; içten, sakin ve derin bir farkındalıkla sarar.
Çizgi Dışındaki
Anne Kafamda Bit Var
Tarık Akan

Tarık Akan
Türkiye’nin yakın tarihindeki en karanlık kırılmalardan biri olan 12 Eylül 1980 askerî darbesi, yalnızca siyaseti değil, toplumun tüm hücrelerini derinden etkiledi. Bu dönemin yarattığı travmalar, uzun yıllar boyunca ya sessizliğe gömüldü ya da dolaylı anlatılarla ifade edilebildi. Sinema sanatçısı Tarık Akan’ın kaleme aldığı ‘Anne Kafamda Bit Var’, bu sessizliği yaran, kişisel olanla toplumsal olanı aynı potada eriten güçlü bir tanıklık metni olarak öne çıkar.
Tarık Akan, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren Türk sinemasında yalnızca “yakışıklı jön” kalıbını kırmakla kalmamış, politik bilinci ve seçtiği rollerle dönemin ruhunu perdeye taşımış bir sanatçıdır. Ancak onun politik duruşu ve entelektüel kimliği, 12 Eylül sonrası baskı rejiminin hedeflerinden biri hâline gelmiştir. Almanya’da yaptığı bir konuşmanın, sağcı bir gazete tarafından çarpıtılarak manşete taşınması, Akan’ın Türkiye’ye dönüşünde tutuklanmasına ve uzun bir yargılanma sürecine sürüklenmesine yol açar. Kitap, işte bu adaletsizliğin ve linç kültürünün içeriden bir anlatımıdır.
‘Anne Kafamda Bit Var’, yalnızca bir cezaevi anıları kitabı değildir; aynı zamanda devlet şiddetinin gündelik hayatta nasıl sıradanlaştırıldığının belgesidir. Siyasî Şube sorguları, aşağılanmalar, fiziksel ve psikolojik baskılar, soğuk hücreler ve insan onurunu hedef alan koşullar, yalın ama sarsıcı bir dille aktarılır. Akan’ın anlatımında ajitasyondan çok, çıplak gerçeklik vardır. Bu da metnin etkisini artırır; okur, anlatılanların kurgu değil, yaşanmışlığın tortusu olduğunu hisseder.
Kitapta dikkat çeken bir diğer unsur, cezaevi mekânının çok sesli bir toplumsal alana dönüşmesidir. Sağcılar, solcular, devrimciler, idamlıklar… Farklı ideolojilerden, farklı sınıflardan insanların aynı koğuşta, aynı bitli battaniyelerin altında hayatta kalmaya çalışması, dönemin Türkiye’sinin küçük bir modeli gibidir. Akan, bu karşılaşmaları romantize etmeden, insanî çelişkileriyle birlikte aktarır. Böylece “öteki” kavramının, baskı koşulları altında nasıl anlamsızlaştığını da gözler önüne serer. Eserin önemli bir yönü de, dönemin kültür ve sanat dünyasına dair sunduğu arka plan anlatılarıdır. Atıf Yılmaz, Şerif Gören gibi yönetmenlerle kurulan dostluklar; hukuk mücadelesinde önemli bir rol oynayan Burhan Apaydın gibi isimler; dayanışmanın, baskı dönemlerinde nasıl bir hayatta kalma stratejisine dönüştüğünü gösterir. Özellikle Yılmaz Güney’in cezaevindeyken senaryosunu yazdığı ve gizli koşullarda çekilen Yol filminin serüveni, sinemanın baskıya karşı bir direniş alanı olabileceğini hatırlatır.

Biraz da Gülelim
Afacan'dan ayran

Gulen Insanlar
Adam bir köyü gezerken yorulmuş, hayli susamıştı. Çaresiz bir evin kapısını çalar, karşısına bir çocuk çıkar. Adamcağız:
-Evladım, buralarda su bulamadım. Lütfen bana bir bardak su verir misiniz?
Kapıyı açan çocuk, adamın yüzüne bakarak:
- İstersen ayran getireyim, der.
Adam bu teklifi memnuniyetle kabul ettikten sonra, çocuk bir çanak ayran getirir. Adam ayranı içtikten sonra çocuk:
- İstersen daha getireyim, der.
- Zahmet olur yavrum bir zahmet.
Çocuk:
- Hayır ne zahmeti, zaten bu ayranın içine fare düştüğü için nasıl olsa dökecektik!, demiş.
Bunun üzerine adam iğrenerek elindeki ayran çanağını hiddetle yere atıp parçalayınca, çocuk feryadı kopartmış:
- Anneee, kapıdaki adam köpeğin çanağını kırdı.

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati