YAŞAM

‘Tarih ilham kaynağım şiir olmazsa olmazım’

Pelin Batu, şiir ile tarihin kesiştiği noktada kendine özgü bir sanat dili oluşturuyor. Pek çok temayı eserlerine taşıyan Batu, "Şiirle kendimi ifade ediyorum, tutku ile yazıyorum" diyor.

Tarihçi, televizyon programcısı, oyuncu, şair ve yazar Pelin Batu, çok yönlü bir sanatçı. Her bir alan, onun derin düşünce dünyasını, duygusal derinliğini ve toplumsal sorumluluğunu keşfetmemize olanak tanıyor. Şiir ve tarih arasındaki paralellikleri çok özgün bir biçimde ele alan Batu, bu iki disiplini birbiriyle kaynaştırarak, sanatsal yaratıcılığını zenginleştiriyor.

“Şiir olmadan olmaz” diyen Batu, aynı zamanda tarihin onun yaratıcı evrenine ilham verdiğini vurguluyor. Toplumsal hafıza, kültür ve sanat üzerine yaptığı çalışmalarla, sadece bireysel değil, kolektif bir miras bırakmanın peşinde.

Pelin Batu ile yaptığımız röportajda, onun hayatını şekillendiren şehir kokularından, edebiyat dünyasındaki derin izlenimlerine kadar pek çok yönünü keşfedeceksiniz.

Şiirle olan güçlü bağınız, televizyon programlarına da yansıyor. Şiir ile tarih anlatımı arasında bir benzerlik ya da paralellik kurabilir misiniz?

Tespitiniz çok isabetli Tuğçe Hanım. Şiirle olan bağım kendimle aslında kendimle olan bağım. Kendimi bildim bileli, okuma yazmayı öğrenir öğrenmez şiir yazmaya başladım ve hiç bırakmadım dolayısıyla şiir yazman benim için kendi iç dünyamı, duygularımı, iç hesaplaşmalarımı, dünyayla olan bağım arasında bir köprü oldu. İlk serzenişlerimi de coşkularımı da şiir vasıtasıyla ifade ettim. Ama üniversite çağına gelince önce tarih sonra edebiyat okudum çünkü tarih her disiplini zenginleştiren, kıyaslama ya da diyalektik okuma sağladığı için de bakış açısını derinleştiren bir disiplin. O yüzden şiirimi de beslediği için tarih bana her zaman ilham verdi. Tarih okuduktan sonra Batı Dilleri ve Edebiyatına master ve doktora yapmamın nedeni de özellikle şiirin tarihini öğrenmem, gelmiş geçmiş teknik ve tarzları hatmetmem açısından besleyici oldu. Paralellik sualinize gelince, edebiyat ve tarih benim için yin ve yang gibi; şiirin içindeki kara nokta tarih, tarihin şiirselliğiniyse beyaz bir nokta olarak okuyorum.

Dünya tarihini biliyorsunuz. Hangi ülkenin tarihi sizi en çok etkiledi?

Her ülkenin tarihinde ilginç, tuhaf, trajik, komik vakalar bulabilirsiniz. Aldığım eğitim itibariyle ister istemez batı medeniyetlerinin tarihini, özellikle de Anglo-Saxon ve devamı olan kolonilerinin tarihi yani Amerikan tarihini daha detaylı biliyorum çünkü orta ve lise eğitimimi İngiliz ve Amerikan sisteminde yaptım. Fakat Fransız devrimi ve devrimler tarihi hep ilgimi çekti. Boğaziçi’nde aldığım eğitim daha çok Osmanlı tarihi üzerineydi, orada da II. Abdülhamid dönemine yöneldim ve tezimi o minvalde yazdım. Ama bana bugün sorarsanız, son yıllarda daha çok sanat tarihi konusunu koyulaştırdım. Yarın sorarsanız belki size gittiğim bir ülkenin tarihine yoğunlaştığım için orasıyla ilgili hararetli bir şekilde konuşacağım. Misal, geçen hafta Portekiz’deyken Salazar dönemi diktatörlüğü, Avrupa ülkelerinin Afrika’yı sömürmesi ve Fernanda Pessoa edebiyatını anlattığım için İber yarımadası tarihine girmiştim. İki hafta sonra hangi sularda yüzerim, bilinmez!

Tarihi mi yoksa şiiri mi tercih edersiniz?

İkisi de olmazsa olmaz. Şiir kendimi ifade ettiğim, beni ben yapan, tutku ile yazdığım bir şey. Şiir olmadan olmaz. Tarih ise bana ilham veren ve doyuran bir konu. Tarih olmasa, felsefe, edebiyat ve sinemadan da ilham alırım, ama tarih sanki tüm bu meraklarımın harcı.

Sosyal medyada ‘İyi şiir okuduktan sonra kötüleri çekilmiyor. Bir şiirde daha aşk acısı, kan ve tuz kombinasyonuna dayanamayacağım’ diyorsunuz. Size göre, iyi şiirin tanımı nedir?

“Bana göre” diye cümleye başlamak istiyorum zira “iyi şiir” konusu çok öznel bir konu. Bana göre iyi şiir, her bir okuyucuya, kendi için yazıldığını ya da kendi duygularına tercüman olduğunu hissettiren, bir yerde evrenselliği yakalarken bir taraftan da şair kendi özgünlüğünü, takıntılarını, espri anlayışını yansıtabilen, yani hem yerel hem egzotik olabilen yazıdır. Bazen bir şiir sayesinde cesur yeni dünyalara seyahat edebilir, bazen de annenizin sandığının içinde kendinizi bulabilirsiniz. Hiç beklemediğiniz bir anda bir dize size tokat gibi de, bir kuşun göğsündeki en yumuşak tüy gibi geliyorsa, tüylerinizi diken diken edebiliyorsa o güçlü bir şiirdir. İşte o şiir belki de çok namlı bir şairin ya da bir Nobel ödüllü şairin şiiri değildir, ama sizin ruhunuza seslendiği için “sizin şairiniz” oluverir.

Şehirlerle kokular arasında kurduğunuz bağ, şiirlerinizde nasıl bir dil oluşturuyor? Kokuların, duygusal derinliğinizi ve anlatmak istediğiniz hikayeleri şekillendirdiğini düşünüyor musunuz?

Kokular, ağaçlar, rüzgârlar… tüm bu imgeler şiirlerimde sürekli tekerrür eden temalar. Sık sık seyahat ettiğim için, seyahat etmediğimde de kitaplarımla odamda sürekli yollarda olduğum için bir şehri yazarken onu rüzgârlarının getirdiği kokularla, dokunuşlarıyla yazıyorum. Bir yerden portakalların koyu yaprakların arasından patladığı zamanda geçiyorsam, Bosch’un kullandığı turuncuları şiirime döküyorum, haliyle narenciyenin tertemiz beyaz rahiyası da şiirden yükselebiliyor. Synesthesia’yı yaşayanlara hep gıpta etmişimdir… Notaları renk olarak gören arkadaşlarım var mesela. Bu duyular karışımı şiire iyi gelir. Bende yok. Ama ben de özellikle çeşitli duyuları, özellikle de ilk çocukluğumuzla en güçlü bağı olan ve Alzeimer hastalarında dahi unutulmayan en güçlü duyuların başında gelen kokuyu çeşitli şekillerde kullanıyorum ve işliyorum.

Bir şehirde yaşarken o yerin kokusunun bir "zihinsel imge" haline gelmesi, yazma sürecinizin parçası haline geliyor mu? Yaşadığınız yerin kokusu, o şehri anımsamanın veya anımsatmanın bir aracı oluyor mu?

Kesinlikle aracı oluyor. Mesela Artvin gibi bir cennete gidip evime döndükten sonra balın kokusunun altınını yazmadan edemiyorum. Ege’nin kekiği dizelerimden fışkırmadan olmuyor. Kanarya adalarındaki en büyük heyecanım Ejder ağaçlarını görmekti ve ağacın kokusu yok belki ama kan kırmızısı reçinesi Gotik ruhuma çok hitap ettiği için o ağacın dikenli kokusu benim için Kanarya Adalarının kokusu oldu. Olan veya olmayan, benim yüklediğim ya da Kıbrıs ve Pakistan’da geçen çocukluğumdan dolayı bende uyanan lavanta ve hardal kokuları nasıl çocukluğumu geri getiriyorsa, gittiğim şehirler de kokularıyla defalarca içimde uyanabiliyor.

Medya dünyasında aktif olduğu farklı alanlar; oyunculuk, sunuculuk, yazarlık ile çok yönlü bir sanatçısınız. Bu çok yönlülük, izleyiciye nasıl bir etki yaratıyor?

Çok yönlülük beni kurtarıyor çünkü pratikte bir kapı kapanınca diğer kapıya çıkıyorum. Saadet adına da zamanı geldiğinde bir yerden kaçıp başka bir yere gitmek ferahlatıcı oluyor! Ama bu özellikle benimle röportaj yapacak ve illa bir titr kullanacak gazeteciler için kafa karışıklığı yaratabiliyor. En sık duyduğum sorulardan biri, “Pelin Hanım sizin için oyuncu mu, yazar mı, şair mi vs. kullanalım?” Seyirci açısından da daha çok, “biz sizin şiir yazdığınızı bilmiyorduk” gibi cümlelerle karşılaşıyorum. Ben de hiç sorun etmiyorum. Nasıl takip etsin insanlar onca şeyi?

Çağın analizi

Kültür ve sanat üzerine yaptığınız işler, toplumsal hafıza ve tarih bilincine nasıl katkı sağlıyor. Bu çalışmalar, günümüz toplumuna nasıl bir miras bırakabilir?

Çok güzel bir soru ve fakat bu tahlili benim yapabilmem mümkün değil. Tarihte nice örnek var ki bizlere kimin kalıp kimin kalmayacağını, kimin toplumsal belleğe ne bırakacağı konusunda şaşırtıcı sonlara varsın. Mesela 17. yüzyılın en tanınmış yazarı olup bugün esamesi okunmayan ve tamamen unutulmuş olan zatlar var. Ya da zamanında kimsenin okumadığı ya da tablolarını bilmediği Van Gogh gibi ressamlar, bugün en iyi tanınan ve daha muamelesi görenler de var. Dolayısıyla miras meselesi bir bilinmez. Şahsen belki şöyle bir katkım olur, şayet yazıp çizdiklerim kalırsa, gelecekte şöyle bir insan yaşamıştı ve yaşadığı zamanları aynalamıştı veya anakronistik bir insandı deyip çağın analizini bir kişi üzerinden yapabilirler.

En son 6. Bornova Kitap Günleri’ne katıldınız, bu noktada İzmir’in ve Bornova’nın hem sanata hem de kitaba bakış açısını değerlendirir misiniz?

Bornova Kitap Günleri’nin 6.sının yapılıyor olması beni çok mutlu etti- devamlılık konusunu çok önemsiyorum. İnsanlar cazı bilmezken şu anda arkadaşımız Hüseyin sayesinde Afyon’da ciddi bir caz ve klasik müzik dinleyicisi var mesela. Aynı şekilde Bornova’da da yazarların okuyucuyla buluşmasını çok kıymetli buluyorum. Hem ekonomiden dolayı hem de okuma alışkanlıklarının değişiminden, gittiğim pek çok fuarda ya da edebiyat günlerinde gittikçe daha az kitap okunduğunu gözlemliyorum ve duyuyorum. Böyle bir durum mevzu bahisken Belediyelerin bu tür etkinlikler düzenlemesiyle hem halka kültür ve sanatı taşımış oluyor hem de bizlerin okurlarımız ve sevenlerimizle tanışma zeminini sağlamış oluyorlar.

Yılda kaç kitap okuyorsunuz, en son okuduğunuz kitabın ismi nedir?

Her yıl değişiyor, inanın tam sayıyı söyleyemem. Son yıllarda her şeyi iş için okur hale geldiğim için pek hoşnut değilim. Şu anda elimde “Rembrandt’s Monkey” isminde bir kitap var sanat tarihinden anekdotlar ve biyografik hikâyelerden mürekkep.

Eklektik okuma

Okurlarımıza hangi kitabı tavsiye edersiniz?

Okurlara eklektik okumalarını öneririm. Klasikler bizim üzerinde yükseldiğimiz devler. Bu bağlamda Homer, Ovidius, Shakespeare gibi yazarların şaheserleri, Fransız edebiyatından Maupassant, Balzac gibi büyük yazarlar, İtalyanlardan Dante ve Calvino, İspanyolca edebiyatındansa favorilerim Borges ve Marquez. Tüm bu bahsettiklerim edebiyat ve tiyatro. Ama bir de felsefe gibi bir kuyu başlığı var. Kişisel gelişim kitaplarına karşı alerjim vardı ama artık o kadar önyargılı olmamaya çalışıyorum, arada nadir de olsa iyi kitaplar çıkıyor. Tarih başlığını hiç açmıyorum, çıkamayız! Makro değil mikro tarih kitapları geleceğin tarih kitapları olacak gibi.

Bütün zamanların en iyi 10 şiiri ve şairini paylaşır mısınız?

Of çok zor, ne olur bana seçtirmeyin. O kadar çok sevdiğim şair ve şiir var ki, bu insanın çocukları arasında seçim yapması gibi bir şey! İlk aklıma gelen şairleri size söyleyeyim. “Benim şairlerim”: Rilke, Ece Ayhan, Rimbaud, Wallace Stevens, T.S. Eliot, Montale, Oktay Rıfat, Yorgo Seferis, Wislava Szymborska, Anna Ahkmatova, Czeslaw Milosz....

‘Komser Şekspir’ filminin sizin üzerinde bıraktığı etkiyi anlatır mısınız? Kaç filmde rol aldınız?

Komser Şekspir benim ülkemizde daha tanınmamı sağlayan bir filmdi. İlk filmlerimden biriydi, yirmili yaşlarımın başındaydım ama lise öğrencisini oynamıştım. Yıllar geçmiş ama hala filmi izleyenler bana filmin onları ne kadar duygulandırdığını söyler. Kaç filmde oynadım inan saymadım, bazı filmlerde oynadım sayıyı bilmiyorum, bazı filmlerde sadece bir sahnede konuk oyuncu olarak oynadım, geçenlerde arkadaşım Aydın Orak’ın filminde örneğin. Onları da ekleyince liste kabarıyor ama son yıllarda gittikçe seyrekleşti.

Çok aktif birisiniz, aynı zamanda da bir annesiniz. Çocuğunuza zaman ayırabiliyor musunuz?

Hayatımdaki en önemli şey oğlum ve aktif olmama rağmen öncelik o- tüm işlerimi onu okula bırakıp onu okuldan aldığım saatler arasında yapmaya çalışıyorum. Yurt dışı gezilerim uzunsa onu da yanıma alıyorum ki bu sayede şimdiden pek çok ülke gezdi, pek çok kültürle tanıştı. Daha büyük çocukları olan arkadaşlarım, çok hızlı büyüyüp yuvadan uçuyorlar değeri bil dediklerinden beri bu zamanlarımızın keyfini çıkarmaya çalışıyorum.

Tuğçe Yerdelen- röportaj