Silivri zindanındaki oyuncak kaydırak!

Ertuğrul Özkök

Tam bir hafta önce… Geçen perşembe Silivri’de Fatih Altaylı’yı ziyarete gittim.

Tutuklular kısmına geçmeden önce ziyaretçi kimliği aldığınız ve göz tanıma kaydı yaptırdığınız bir bölüm var. Orada “görüşmeci” kartımı beklerken salonda bir süre bekledim. Benim dışımda bekleyen bazı kadınlar vardı.

Oturduğumuz yerin hemen arkasında bir şey dikkatimi çekti. Rengarenk bir çocuk kaydırağıydı bu. Salonun griliği içinde cıvı cıvıl parlıyordu. O ziyarette bana en çok dokunan şey işte bu oldu. Demek ki Silivri’deki yatanları görmeye gelenler arasında çocukları, torunları olanlar vardı. Beklerken eğlensin diye konmuştu buraya.

Kim düşündüyse çok insanî bir dokunuş gibi göründü gözüme… İçimden çok teşekkür ettim ona. Ama hayatımda ilk defa bir çocuk oyuncağı bana çok hüzün verdi.

***

Fatih’i ikinci defa ziyarete gidiyordum. İyi de görmüştüm. İlkinde çok kilo vermişti. Bu defa almış. Üzerinde bir ceketle geldi. İlk ziyaretimden daha iyi görünüyordu.

33 yıl geriye gittim…

Sabah evimden Hürriyet’e giderken, ilk özel radyoların ilk günlerinde Best FM’de yaptığı konuşmaları hatırladım.

Dar alanda yürürken kaymış ve düşmüş. Elini incitmiş. Aortundaki genişleme kontrol altındaymış. “Biraz önce kantinden alışveriş yapıp döndüm” dedi. Salata yapıp yemeğe devam ediyormuş.

Yine Formula 1’in Türkiye’ye gelmesini konuştuk. Yine siyaset konuşmadık.

Ben yine, “Cezaevine girdikten sonra yaptığı yorumların dilini ve içeriğini ne kadar iyi ve etkileyici bulduğumu, üslubundaki yumuşaklığı ne kadar sevdiğimi” söyledim.

Umutluydu... Çünkü kendisinden önce aynı maddeden yargılananların biri dışında hepsinin beraat ettiğini öğrenmişti. “İnşallah gelecek hafta akşam birlikte kutlarız özgürlüğünü” dedim. Haftada bir buluşup sohbet etmeye karar verdik.

Aynı gün dostum Hüseyin Kocabıyık’ı da ziyaret etmek istemiştim.

“O aynı yerde değil” dediler.

Göremedim.

Orada daha görmek istediğim onlarca insan vardı. “Herhalde her aydının Silivri’de bir yakını vardır” diye düşündüm.

***

Ben Fatih’i beklerken yan tarafta Tayfun Kahraman eşiyle görüşüyordu. O da Anayasa Mahkemesi kararına rağmen tahliye edilmeyenlerden biri. Ona da “Merhaba” dedim. Eşi ve çocuğu ile çekilmiş bir fotoğrafı geldi gözümün önüne.

Aklıma, girerken gördüğüm o çocuk kaydırağı geldi… “O kaydıraklar bu mahzun çocuklar için herhalde” diye düşündüm.

Ayrılırken ağlıyordum. İçimde bir sıkıntı vardı. Meğer ağır, çok ağır, insanı çok sarsacak kadar ağır bir kararın altıncı hissiymiş bu sıkıntı.

Fatih dün de tahliye edilmedi. İçinde hiçbir tehdit unsuru olmayan, asla öyle yorumlanamayacak bir cümle yüzünden 4 yıl 2 ay hapse mahkûm edildi.

Adalet değil, siyaset karar verdi.

Bir insanın hayatından alınacak 4 yıl… Oysa bir gün bile yatmaması gerekiyordu.

Ama aynı binalarda hiçbir nedeni olmadan müebbetlere mahkûm düşünce suçlularının bulunduğunu da biliyordum. Belli ki sıkıntım, onların verdiği bir duygunun bendeki kolektif yara izleriydi. (…)

***

Ne diyordu bir zamanlar AKP’nin eskileri, kurucu babaları?

“Gücün adaleti değil, adaletin gücü…”

Merak ediyorum… O gün bunları söyleyenler, Fatih Altaylı hakkında alınan bu karardan sonra bugün ne düşünüyorlar? Bu karar adaletin gücü müdür? Yoksa gücün adaleti mi?..

En iyisi kimse bir şey söylemesin. Bugünlerde bir şey, herhangi bir şey söylemek çok tehlikeli. Tevekkül… İhtiyacımız olan şey bu. Bugünün cevaplarını yarına bırakalım.

Nasılsa bugün annelerini, babalarını, dedelerini, anneannelerini, babaannelerini ziyarete giderken o rengarenk kaydırakta kayan çocuklar, bir gün bu soruların cevabını verecek. Ve o kaydırak hayatımın sonuna kadar gitmeyecek gözümün önünden…