Geçen sene tam bu zamanlar, sonbaharın Paris’e sessizce yerleştiği o akşamlardan biriydi. Saint-Michel’de, arkadaşımla akşam yemeği yemek için Fontaine Saint-Michel’in arkasındaki bir kafeye oturmuştuk. O meydanı hep severim ; turistlerin kalabalığı, müzisyenlerin ezgileri, suyun taşlara çarparken çıkardığı o yumuşak ses… Ama genelde dışarıda oturup insanları izlemeyi tercih ederim. O gün, nedense, içeri geçmeyi kabul ettim. Nedenini hala bilmiyorum. Belki yorgundum, belki de içimde bir şey, o günün sıradan olmayacağını sezmişti. Ve iyi ki öyle olmuş.
Masamıza oturduğumda menüye isteksizce göz gezdirdim. “En kötü ihtimalle bir kahve içerim,” dedim içimden, “geceyi onunla bitiririm, her zamanki gibi.” Bir süre sonra kapı açıldı. İçeri, bir grup insan girdi. Sesleriyle, kahkahalarıyla, kafenin havasını bir anda değiştirdiler. Garsonlarla şakalaşıyor, içten bir coşkuyla birbirlerine laf atıyorlardı.
Arkadaşım bir süreliğine gitmişti; ben yalnız kalmıştım. Grubun içinden biri, gülümseyerek bana doğru geldi. “Yan masanıza oturabilir miyiz?” diye sordu. Koca restoran bomboştu. O an öyle saçma geldi ki bu soru, gülmeden edemedim. “Tabii,” dedim, “nasıl isterseniz. Zaten biz de birazdan kalkıyoruz.” Biz tam kalkarken, “Biz kalabalığız, siz de bize katılın,” dediler. İçimden, “Tanımadığımız insanlarla ne konuşacağız şimdi?” diye geçirdim. Ama arkadaşım benden daha sıcakkanlıydı; oturduk. Ve iyi ki oturmuşuz.
O gece o masada, o “rastlantı” sandığım akşamda, aslında hayatımın en unutulmaz karşılaşmalarından biri yaşandı. Meğerse o neşeli grup, Fransa’da bağımsız sinema yapan senarist ve yönetmen Laurent Firode ile ekibiymiş. Masada onunla birlikte, Christian Diaz ve Irène Ismailoff da vardı; yine iki olağanüstü yetenekli oyuncu. Sade, derin, dürüst bir sinema… Ve tıpkı o akşamki gibi içten insanlar.
Biz o gece saatlerce konuştuk. Ben kendi hayat hikayemi anlattım; kim olduğumu, buraya nasıl geldiğimi. Hayatımdaki küçük tesadüfler, ironiler onları hem güldürdü hem de ilgilerini çekti. Laurent, dikkatle dinliyordu. O an yabancı olmanın verdiği mesafenin, bazen insanı yalnızlaştırdığını, ama bazen de hikayeni daha parlak, daha “duyulur” kıldığını fark ettim.
Belki de o gece benimle konuşanlar, sadece bir yabancıyla değil, başka bir dünyanın yankısıyla sohbet ediyorlardı.
Benim günlerim genelde çok ciddi geçer. Hukuk, belgeler, soğuk ifadeler, düşünceler, ağır sessizlikler... Çoğu zaman gün boyunca etrafımda, hayatın içini boşaltan bir ciddiyet vardır. Ama Laurent ve ekibinin yanındayken bambaşka bir enerji hissettim. Sanki Paris’in ortasında gizli bir dostluk masası kurulmuş ve ben, o masaya davet edilmişim. Gülmek, konuşmak, saçmalamak, paylaşmak…
Bir yıl geçti. Ve bu gece, Laurent’un yeni filmi “Olağan ve Olağandışı Hikâyeler”in galasındaydım. Yine Espace Saint-Michel’de. Aynı meydan, aynı ışıklar, aynı yağmurun kokusu. Laurent’un filmlerinde beni en çok etkileyen şey, kısacık sahnelerde, tek bir cümleyle insanın içini sarsabilmesi. Gerçeği öyle bir zarafetle, öyle bir mizahın içine yerleştiriyor ki, gülüyorsun ama sonra bir cümle kalıyor boğazında. Filmlerinin hem senaristi, hem yönetmeni, hem yapımcısı. Bir keresinde bana gülerek, “Çok tembelim, bu filmi sekiz günde çektim. Ne kimseyi yormak istedim, ne de kendimi,” demişti. Ama o sekiz günde yarattığı dünya, başkalarının sekiz yılda kuramadığı kadar derin. Senaryoları yalın, dili zarif bir Fransızca. O sade mizahın içinde büyük bir insanlık hali var: kırılgan, dürüst ve sıcak.
Çekimlerini arkadaşlarının evlerinde yapıyor; dekorlar, mekanlar, objeler, her şey gerçek.
Kamera izleyiciye çok yakın, sanki o evde bir köşeye oturmuş, onların hayatını izliyorsun. Irène Ismailoff’u izlerken bazen kendi ailemden birini seyrediyor gibi hissediyorum.
O kadar doğal, o kadar insani. Sanki kendi aramızda bir kısa film çekmişiz de, şimdi sessizce birlikte izliyoruz.
Uzun zamandır aynı yapaylıkla çevrili bir sinema dünyasında yaşıyoruz. Işıklar parlak ama yüzler donuk, replikler gür ama anlamlar eksik. Laurent ve ekibi ise bütün o yapaylıktan uzaklaştırıyor beni ve Paris’in herhangi bir sokağına bırakıyorlar; belki de Rue Mouffetard’ın taşlarına, belki Seine kıyısına… Hayat, bir senaryo değil. Gerçek insanlar, gerçek hikâyeler var hala.
Bağımsız ve özgün sinema, gerçekten de yalnızca bağımsız ve özgün ruhlardan doğuyor.
Ve ben, bir yabancı olarak, o ruhlardan biriyle yollarımın kesişmiş olmasına minnettarım.
Belki de o akşam onlarla oturmayı kabul ettiğimde, hayat bir süreliğine bana bir sahne yazmıştı sahici, sade, ama tamamen benim hikâyem olan bir sahne.