Çarşamba günleri sabah beşte kalkıyorum. Paris henüz uyanmamış oluyor. Sokak lambaları birer birer sönüyor, ama şehir hiçbir zaman tam karanlık olmuyor.
Gare du Nord’da tekinsiz bir saat. İnsanlar az, sesler boğuk. Kimileri bir yere gitmek istiyor, kimileri şehre ilk adımını atmaya hazırlanıyor. Çekinerek, biraz da korkarak bekliyorum o saatte tek başıma treni. Sonra tren kalkıyor. İki saat boyunca kuzeye gidiyorum.
Pencereden dışarı baktıkça, Paris’in düzeni yerini tarlaların ıssızlığına bırakıyor.
Douai’ye yaklaştıkça hava koyulaşıyor. Kuzeyin soğuğu, düşünceleri bile yavaşlatıyor.
Üniversiteye yürürken sokaklarda kimse olmuyor. Taş binalar, gri duvarlar, uzun sessizlikler.
Douai’de öğrenciler farklı. Paris’teki öğrenciler, dünyanın zaten onların olduğunu sanıyordu. Ya da bilgiye ulaşmanın kolay olduğunu. Buradakiler, dünyanın dışında kalmaktan korkuyorlar. O yüzden hırsları daha büyük, soruları daha gerçek, yalnızlıkları da öyle. Benim gibi yabancı bir hoca onlar için merak konusu: bir ihtimal, bir çıkış çizgisi. Ders çıkışlarında, bahçede otururken yanıma geliyorlar. Çekinerek konuşuyorlar. Bazen de konuşmadan soruyorlar: “Buradan çıkmak mümkün mü?”
Ders anlatıyorum. Sözlerim sade. Derslerde çıt çıkmıyor. Paris’te öğrenciler her şeyi duyarken, ben anlaşıldığımı ilk defa Douai’de hissettim. Burada bilginin, ögrenmenin bir hak değil bir umut olduğu kuzey soğukları kadar keskin bir gerçeğe dönüşmüş. Bu fark, bütün günü taşınır hale getiriyor.
Ders bitince sessizlik yeniden başlıyor. Kütüphanenin penceresinden gri gökyüzüne bakıyorum. Her şey ağır ama dürüst.
Paris’te hiçbir şey kalıcı değil; Douai’de hiçbir şey acele etmiyor.
Akşam olduğunda istasyona dönüyorum. Trenimin kalkmasına iki saat var. İstasyondan birkaç sokak ötede küçük bir Türk lokantası buldum.
Artık her çarşamba akşamı oraya gidiyorum. Kapıdan girer girmez çayımı getiriyorlar. Masalarını hemen benim yanıma doğru çekiyorlar. Her zaman aynı köfte ekmeği söylüyorum.
Bir tür ritüel benim için, küçük, basit, ama güvenli.
Lokantayı işletenler 90’larda gelmiş Fransa’ya. Benim yaşımdan fazla gurbet taşımışlar.
Konuştuklarında ülkem bir anlığına beliriyor: uzak, tanıdık ve tuhaf bir şekilde silik.
Dönmeyi konuşuyorlar bazen, ama dönmek istediklerinden emin değiller.
Bir hüzün var üzerlerinde; kabullenilmiş bir sürgünlük.
Camus’nün “yabancı” dediği şey belki tam da bu: bir yere ait olmamak değil, hiçbir yerin artık eksik hissettirmemesi.
Çay sıcak, hava soğuk. Restoran işletmecisi bana bakıp “Hocam, alıştınız artık buralara,” diyor. Gülümsüyorum. “Evet,” diyorum, “artık yemeğim de, çayım da var hem.” Çok mutlu oluyor basit bir cümleye.
Tren saatim geliyor. Yolda yemem için lokum veriyorlar her defasında, o gün ellerinde hangi aromadan varsa. Yine aynı yol, aynı sessizlik.
Camdan dışarı bakıyorum: tarlalar geçiyor, istasyonlar karanlık.
Geceye doğru Paris’e yaklaştıkça kalabalık artıyor, düşünceler azalıyor.
Gare du Nord’a varınca insanlar hızlanıyor, yüzler birbirine karışıyor.
Ben yavaş yürüyorum. Yine ayni tekinsizlik ve korku üstümde. Douai’nin sessizliği hâlâ üstümde. Sanki o sessizlik, benden daha gerçek.
Douai’ye giderken içimde tanıdık bir ağırlık oluyor. Trende herkes uykulu; pencerede kendi yüzümü görüyorum, yabancı biriymişim gibi. Paris’te zaman eriyor, konuşmalar birbirine karışıyor, hiçbir şey kalmıyor. Douai’de nefes alıyorum, Paris’te ise hep bir şeyi bekliyor gibiyim. Akşam dönüşte tren aynı, ama ben değilim.
Douai’nin yavaşlığıyla Paris’in telaşı arasında bir yerde duruyorum.
Hiçbirine ait değilim artık, ikisi arasında asılı bir zamanın içinde kalıyorum.