Sınıfın kapısında rengârenk bir yazı asılıydı: “Demokrasi Şöleni – Sınıf Başkanlığı Seçimi.” Harfler, kırmızı kartondan kesilmiş, bantlarla zor tutturulmuştu. Kenarları kıvrılmış, bazıları yarı yoldan düşecek gibi sarkıyordu. Çocuklar o kelimelere bakarken heyecanlanıyordu; kimi derslerde söz hakkı almayı, kimi teneffüslerde topa daha çok dokunmayı hayal ediyordu. Büyük kelimeler, küçük beklentiler…
Sınıfın başkanlık koltuğunda yıllardır aynı öğrenci oturuyordu. Derslerde sessiz, kavgalarda kayıtsız, defter toplamaya gelince beceriksizdi. Ne zaman bir sorun çıksa, arka sıraya sığınıp sessiz kalmayı seçerdi. Ama koltuğu bırakmazdı. O koltuk, sıradan bir tahta sandalye değildi onun için. Hayatının tek süsü, tek varlık sebebiydi. Çevresinden saygı göremese de, “Ama ben başkanım” diyebilmek ona yetiyordu. Bir karton madalyaydı bu: kolay yırtılır, ilk yağmurda rengi akar ama göğsünde taşıdıkça kendini kahraman hissederdi.
Çocuklar arasında ona “iyi çocuk” denirdi. “Kimseyle uğraşmaz, zararsızdır” diye düşünülürdü. Oysa teneffüslerde gözleri başka planların peşindeydi. Sessizliği, aslında en gürültülü şeydi; çünkü gizli hesaplar, defterlerin arasına sıkıştırılmış kopya kâğıtları gibi görünmezdi ama herkesin üzerinde bir gölge gibi dururdu. Kendi kendine demokrasi nutukları atar, ama demokrasi onun için sadece teneffüste sıranın önüne kimin kayacağıyla ilgili bir anlaşmadan ibaretti.
Zaman geçti, sınıfın sabrı tükendi. Sıraların köşeleri pas tuttu, duvarlardaki süsler soldu, söz verilen temizlikler yapılmadı. Her yıl aynı vaat: “Bu dönem sınıfı düzelteceğiz.” Her yıl aynı bahane: “Şartlar uygun değildi.” Panoda “düzen” yazarken, yerlerde ezilmiş silgi kırıntıları birikiyordu. Çocuklar artık gülmüyordu; umutları teneffüslerde yarısı yenmiş simit poşetleri gibi çöpe atılmıştı.
Seçim günü geldi. Daha canlı, daha gür sesli bir çocuk öne çıktı. Söyledikleri sınıfa yeni bir soluk getirdi. Çocuklar alkışladı, umutlandı. Bir an için gerçekten değişim olacağına inandılar. Fakat işte oyun tam burada başladı: Eski başkan çekilmedi. Çünkü çekilmek, olgunluk isterdi. Teneffüslerde müdür odasının yolunu tuttu. Müdürle fısıldaştı, küçük anlaşmalar yaptı. Amacı artık sınıfı toparlamak değil, sınıfı çıkmaza sürükleyerek “Ben olmasam hiçbir şey olmaz” diyebilmekti.
Çok geçmeden sınıfın en sevilen öğrencileri disipline gönderildi. Suçları da temizlik ve düzen istemekti. Yerlerine, teneffüslerde öğretmenlerin ayakkabılarını parlatmaya gönüllü, çay taşımakta usta “uslu” öğrenciler oturtuldu. Çocukların oyuyla seçilen başkan bir kenara itildi; yerine müdürün küçük memurları sıralara yerleşti.
Bir gün sınıfa yeni bir isim geldi. Eski başkanın ‘eski dostuymuş’ dediler. Ne kadar eski olabilir ki? En fazla geçen yıl aynı sıraya sakız yapıştırmışlardır. Ne hitabeti vardı ne de oyunlarda becerisi. Derslerde orta halliydi, teneffüslerde sıradan… Tek özelliği, yıllardır “başkan” olma hevesini içinde büyütmesiydi. Şimdi fırsat ayağına gelmişti. “Artık ben başkanım” dedi, sıranın ucuna yerleşti. Onun için de başkanlık, yine kartondan bir madalyaydı: parlamazdı, ama takınca kendini kral sanırdı. Teneffüslerde sınıf sınıf dolaşıp dururdu, kimse onunla ilgilenmezdi.
Günler böyle geçti. Duvarda hâlâ süslü harflerle yazılıydı: “Demokrasi, Eşitlik, Dayanışma.” Karton harfler renkliydi ama bantları sararmış, köşeleri kıvrılmıştı. Çocukların gözünde o kelimeler, teneffüs arasında dağıtılan ucuz şekerler gibiydi: ilk anda ağızda tat bırakıyor, sonra hızla kayboluyordu. Sınıfın gerçek hayatında eşitlik, sıranın arkasına itilmek; dayanışma ise müdüre çay taşımakla sınırlıydı. Büyük harflerle yazılmış o üç sözcük, sınıfın en sessiz ironisi haline gelmişti.
Zamanla anlaşıldı ki başkanlık, yalnızca küçük pazarlıkların büyük kelimelerle süslenmiş hâliydi. Kazananın elinde bir karton, kaybedenin sırtında ise tüm sınıfın yorgunluğu kalıyordu. Başkan dediğin, teneffüste sıraya kaynayan çocuktan fazlası değildi. Elinde karton madalyası, dilinde büyük nutuklarıyla dolaşırken, sınıfın defterleri yine karmakarışık, sorunları yine çözülmeden kalıyordu.