İklim krizi, yeşil mutabakat ve yerel yönetimler…

Sabah sosyal medyaya baktığımda ilk gördüğüm Manisa’nın Gölmarmara, Salihli ve Saruhanlı ilçeleri arasında yer alan ve göçmen kuşların önemli bir durağı olan Marmara Gölü’nün tamamen kuruduğu haberi oldu. Bu ve benzeri haberleri nerdeyse kanıksadık.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres Glasgow düzenlenen İklim Değişikliği Zirvesi’nde fosil yakıtlara bağımlılığın insanlığı ve gezegeni uçuruma ittiğini söyleyerek “kendi mezarımızı kazıyoruz” diyerek küresel ısınmaya dikkat çekmiş ve şöyle devam etmişti: “net bir seçim yapmalıyız. Ya biz onu durdururuz ya da o bizi durduracak”

BM Genel Sekreteri küresel sera gazı emisyon oranının 2030 yılına kadar yüzde 45 azaltılması için daha fazla somut eylem çağrısı yapmış ve bu konuda emisyonların yüzde 80’ine neden olan G20 ülkelerine özel bir sorumluluk atfetmişti.

Bildiğiniz üzere Avrupa Birliği 11 Aralık 2019’da açıkladığı Avrupa Yeşil Mutabakatı ile 2050 yılına kadar AB’yi sera gazı emisyonlarının olmadığı, ekonomik büyümeye dair yeni bir paradigma ortaya koymuş oldu. Bu yeni bir büyüme stratejisiydi.

AB, mutabakatta şu ifadelere yer vererek komşularının ve tedarikçilerinin de işin içinde olduğunu ve bunun küresel bir dönüşüm olduğunun altını çiziyor. Yani en önemli pazarı Avrupa olan Türkiye bu sürecin dışında değil. “Avrupa için Yeşil Mutabakatın çevresel hedefine, Avrupa’nın tek başına hareket ederek ulaşması mümkün değildir. İklim değişikliğinin ve biyolojik çeşitlilik kaybının itici güçleri küreseldir ve ulusal sınırlarla sınırlı değildir. AB; komşularını ve paydaşlarını sürdürülebilir bir yolda kendisine katılmak üzere harekete geçirmek için etki alanını, uzmanlığını ve mali kaynaklarını kullanabilir. AB, uluslararası çabalara liderlik etmeye devam ederek benzer düşüncedekilerle ittifaklar kurmak istemektedir.”

Bu süreçle birlikte birçok yeni kavramla tanıştık. Döngüsel ekonomi, kent madenciliği, sürdürülebilir ürünler, onarım hakkı, biyo bazlı plastikler, sürdürülebilir tarım, iklim yurttaş konseyi vb…

Bu kavramların her birinin üstünde ilerleyen süreçte duracağız.

Şimdilik ana hatlarıyla konunun çerçevesini çizelim.

Dünya bir değişim ve dönüşüm süreci yaşıyor. Peki bu değişim ve dönüşüm sürecinde yerel yönetimler ve belediye başkanları – belediye bürokrasisi ve diğer kent paydaşları neler yapmalı, nasıl yapmalı? Bu yeni dönemde, politikaların kabul edilmesi için halkın aktif katılımı ve politikalara güven en önemli konuların başında geliyor. Zira bu topyekûn bir değişim süreci.

Dünya’da nüfusun yüzde 54’ü kentlerde yaşıyor. Diğer bir ifadeyle nüfusun yarısından fazlası toplam alanın yüzde 1’inde yaşıyor. G20 ülkelerinde 300 binden fazla nüfuslu orta ve büyük ölçekli kentlerde yaşayanların toplam nüfusu 2 milyardan fazla.

Küresel milli gelirin yüzde 85’i bu alanda üretiliyor. Karbon emisyonlarının yüzde 76’sı şehirlerden kaynaklanıyor. Doğal kaynakların yüzde 75’i kentlerde tüketiliyor. Küresel atıkların yüzde 50’si kentlerde üretiliyor.

Döngüsel ekonomi işte yukardaki tabloyu özetliyor aslında.

Wikipedia’da döngüsel ekonomi şu şekilde açıklanıyor: Endüstriyel ekonomide üretim, kullanım ve imha süreci yerine dönüşümü ve yeniden dönüşümü esas almayı ifade eden endüstriyel bir terimdir.

Bu tanımdan baktığımızda bir kerelik kullanılan doğal kaynakların yeniden kullanıma sokulacağı yer kentler oluyor. Atık yönetimi ile öncelikle belediyeler ilgilendiğine göre, döngüsel ekonomi tanımında en önemli görev belediyelere düşüyor.

 

Kent madenciliği ise bu atık yönetimine dair bir iş modeli. Bu kavramla tek kerelik kullanılan ham maddenin ve doğal kaynakların yeniden kullanıma sokulabilmesi için gereken iş süreçleri tanımlanıyor. Kent madenciliği vasıtasıyla, ham madde ihtiyacının yüzde 28, karbon emisyonlarının ise yüzde 72 azaltılabileceği öngörülüyor.

 

Peki bununla bitecek mi belediyelerin ve başkanların işi, hayır!

Küçük işletmelerin yeşil dönüşüme uyumundan, kentlerin rekabet gücüne, güçlenen büyüme ve istihdam kapasitesinden kentsel mekânın kullanımına ve kentsel yoksullukla mücadeleye; yeşil mutabakat yerel yönetimlerle doğrudan bağlantılı.

Dünyada ve Türkiye’de yerel yönetimlerin öneminin arttığı bir yeni sürece giriyoruz, tüm başkanların ve yöneticilerin bunun farkında olarak politikalarını yeniden düzenlemelerinde fayda var. 

 

Elbette tüm iş yerel yönetimlerde demiyoruz merkezi iktidara çok önemli görevler düşüyor. Ancak bu yeni sürece en hızlı uyum sağlayabilecek alanlar kentler ve kentin yöneticileri.

 

Peki belediyelerin yasal dayanakları var mı bu yeni sürece ayak uydurmaları, gerekli politikaları uygulamaları için.

Marmara Üniversitesi İngilizce Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Görevlisi Semra Cerit Mazlum “Türkiye özelinde aslında belediye yasasına iklim görevi yazmak gerekmiyor çünkü halihazırdaki tüm görevleri iklimle bağlantılı yorumlanabilir” diyor iklim.org’daki söyleşisinde.  Ancak iklim değişikliğiyle mücadele için kapsamlı ve katılımcı bir şekilde hazırlanan bir kamu yönetimi reformuna ihtiyacımız olduğunun altını çiziyor.

 

Mazlum, “Büyükşehir Belediyesi Kanunu, Belediyeler Kanunu ve İl Özel İdaresi Kanunu, yerel yönetimlere çevreyle ilgili görevler veriyorlar yönetimlere. 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. Maddesi’ndeki çevre görevi ve bunla bağlantılı diğer görevler, iklim değişikliğiyle ilgili yorumlanabilir. Ancak bundan daha önemli düzenleme 5216 sayılı Büyükşehir Kanunu’nda, büyükşehir belediyelerinin görevleri sayılırken, “Sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak…” ifadesi geçiyor. Bence bu ifade, iklim değişikliğini de içerecek şekilde, büyükşehirlerin bütün görevlerini, bütünleşik bir şekilde bu doğrultuda yapmasını mümkün kılıyor” diyor ve ekliyor:

“Sözgelimi Belediye Kanunu, “mahalli ihtiyaçları karşılamak için her türlü yetkiyi kullanabilir” diyor. Ulaşımdan acil durumlara, afetlerden, kurtarma çalışmalarına, kentsel bilgi sistemleri kurmaktan kent planlamaya ve hatta amatör sporu destekleme görevlerine kadar hemen her tür çalışmasını iklim değişikliğini gözeterek yapmak zorunda aslında belediyeler. Dolayısıyla bence mevzuatta aslında sorun yok. Ama yine de ihtiyaç duyulursa bazı eklemeler de yapılabilir tabii.”

 

CHP’li belediyeler daha temelde de yerel yönetimler bu konuyla ilgili neler yapıyor veya yapmalı sorusunu geçtiğimiz hafta Tele1’de yayınlanan Ege Saati programına konuk olan İzmir Milletvekili ve TBMM Çevre Komisyonu üyesi Murat Bakan’a da sorduk. 

Türkiye’de ilk kez İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İklim Kriziyle ilgili bir daire başkanlığı oluşturduğunu, yine İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer’in tarım vizyonunun sürdürülebilir tarım kavramı üstüne inşa edildiğini söyleyen Bakan, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bu konuda Türkiye için bir rol model olduğunun altını çizdi.

 

Bunlar yeterli mi elbette değil. Bu sadece BŞB’lerin sorumluluğunda değil. Yukarıda da değindiğimiz üzere topyekûn bir mücadele. İlçe belediyelerinden, beldelere, köylere uzanan bir “döngüsel” süreç. Belki bu süreci koordine eden liderlik eden ana güç büyükşehir belediyeleri olacaktır.

 

Burada da aslında her şeyde olduğu gibi niyet ve kararlılık çok önemli. Başkanlar diğer kaygılarını bir kenara bırakıp bu konuya odaklanmalı. Biz kentlerde yaşayanlar da bunun farkında olmalı ve bu sorumlulukla hareket etmeliyiz. Zira bu hepimizin ve her şeyimizin geleceği…