Hangi vicdan?

Yargıç, kürsüye oturur… Dosyayı açar. Sayfalar dolusu beyan… Deliller karineler… Tanıkların ettiği sözler ve sanıkların savunmaları… Karşılıklı suçlamalar… Kanun kitaplarındaki maddeler, içtihatlar… Ve işte, modern devletin en kutsal anlarından biri: karar anı.

Ama orada, o kürsüde, en sonunda tek başına kalan şey, koca bir kelimeye yüklenmiştir; vicdan. Yargıç en son vicdanına danışarak karar verir…

Vicdan denilen şey… Bir mermer sütun değildir. Herkesin içinde aynı boyda, aynı biçimde dikilmiş duran bir heykel değildir. Vicdan, kiminde bir iç çınar gibidir, kökleri derinlere salmıştır… Kiminde ise kuru bir dal gibi, en ufak rüzgârda kırılıverir.

Peki, hangi vicdanla karar verilir?

Çocukken kulağına ninni diye “adalet” sözcüğü fısıldanmış bir yargıcın vicdanıyla mı? Yoksa yıllarca emir-komuta zincirinde, yukarıdan gelen telefonların gölgesinde yaşamış bir yargıcın vicdanıyla mı?

Vicdan, kişisel tarihin tortusudur aslında. Annenin dizinin dibinde duydukların, okulda sana ezberletilenler, gençliğinde yazdığın ilk aşk mektubu, ilk gördüğün haksızlık, hepsi vicdanda yer eder. İçsel sestir vicdan. Ve adalet, çoğu kez işte o birikimle tartılır.

Ama işin acıklı yanı şudur; vicdan tekil bir kavram gibi sunulur bize. Sanki gökten inmiş bir ölçü aletiymiş gibi… Oysa toplumda binlerce vicdan vardır. Birinin “hak” dediğine, öteki “haksızlık” diyebilir. Birinin içi kan ağlarken, ötekinin içi oh çeker. Kısacası vicdan; kişinin gelişimi ve eğitimiyle eş anlıdır.

Böyle olunca, adaletin terazisi çoğu kez hassas bir laboratuvar terazisi değil, bir köylü kantarıdır. Bir yargıcın terazisi ile ötekinin terazisi aynı çıkmaz. Çünkü kefeleri vicdanla tartılır. Vicdan, kutsal bir pusula değildir. Sadece, insanın geçmişinden bugüne taşıdığı tortuların toplamıdır. İşte bu yüzden, “Hangi vicdan?” diye sormadan, “vicdanına danışarak karar verdi” cümlesi, bir boş teselli olur. Ve belki de en büyük adalet krizi, vicdanların birbirine yabancı düştüğü yerde başlar.