Dönüş

On ay sonra döndüm İstanbul’a. Yabancı bir ülkeye değil, kendi çocukluğumun sokaklarına, kendi dilimin pas tutmuş harflerine döndüm. Her dönüş biraz ihanet, biraz pişmanlık gibidir; ama en çok, insanın artık ait olamadığı yere sessizce karışmasıdır. Ben de öyle yaptım. Sessizce karıştım. Ama bu şehirde sessizlik bile bir lüks, çünkü sessiz kalmak, hiçbir şey talep etmemek anlamına geliyor. Ve kimsenin sessizliğe tahammülü yok; herkes bir şey istiyor: para, güç, unvan, görünürlük. Kimse kendini istemiyor.
Sanki hiçbir şey bıraktığım yerde değil. Şehir değişmemiş; şehir kendi vicdanını yitirmiş.
Her köşe başında bir telaş, bir acele, bir hesap var. İnsanlar artık konuşmuyor, pazarlık ediyor. Her kelime bir fatura, her tebessüm bir yatırıma dönüşmüş. Ahlakın fiyatı serbest piyasada belirleniyor.
Paris’te düşünmek hâlâ bir erdem sayılıyor; orada sessizlik de bir anlam taşıyor. Buradaysa anlam, çoktan tükenmiş bir maden gibi kazılmış, satılmış, bitmiş. Cümleler kısa, nefesler borçlu. İnsanların yüzlerinde bir gerginlik, cümlelerinde bir hesap var. Sanki herkes bir borcu ödemeye çalışıyor: yaşamanın borcunu, susmanın borcunu, var olmanın borcunu.
Paris’te ayıp para konuşmak. Zenginliğini değil, fikrini gösteriyorsun; fikrinle var olup, fikirsizliğinle yok sayılıyorsun. Burada ise varoluş, sahip olduklarınla ölçülüyor.
Parası olmayanın sözü yankılanmıyor; çünkü yankı bile yer bulamıyor artık duvarlarda.
Sokaklar kalabalık ama kimse birbirine çarpmıyor. Herkes kendi görünmez sınırlarının içinde, hızla yürüyüp gidiyor. Burası bir şehir değil, bir yarış pistine dönüşmüş.
Her insan, bir diğerini sollamaya çalışan bir gölge. Kimse kazanmıyor, ama herkes kaybetmekten korkuyor. Ama komik olan, ödülün ne olduğunu kimse bilmiyor.
Ekonomi çökmüş. Ama ben, ekonomiden önce insanların çöktüğünü görüyorum.
Ahlak, enflasyondan çok daha hızlı değer kaybetmiş. Artık hiçbir şeyin değeri kendinden gelmiyor; her şey, birilerinin gözünde “kaç para ettiğiyle” anlam buluyor.
Vicdan bile yatırım aracı olmuş. İstanbul, yorgun bir aynaya dönmüş: herkes kendi yansımasını parlatmaya çalışıyor, ama cam çoktan çatlamış.
Ben bu şehirde görünmez bir çizginin üstünde yürüyorum. Bir tarafım hala Paris’in soğukkanlı nezaketinde, diğer tarafım İstanbul’un keskin gerçekliğinde.
Bu iki şehir arasında bir tür sürgün gibiyim. Birinde düşüncelerim kaldı, diğerinde geçmişim.
İnsan bazen ait olduğu yere değil, ait olamadığı yere döner. Demek ki ben artık hiçbir yere ait değilim, sadece arada, iki sessizlik arasında sıkışmış bir tanığım.
Benim kuşağım, sınıfsal uçurumun estetikle gizlendiği bir çağda büyüdü. Kahvelerimiz farklı fiyatlarda, ama umutlarımız aynı kırık fincanda. Akranlarım için kimlik, artık nerede kahve içtiğinle, hangi mekanda yemek yediğinle, hangi markayı giydiğinle ölçülüyor.
Kendini “deneyimlerle” tanımlayan bir kuşağın içindeyim; ama deneyim, düşüncenin yerini almış. Bir fikrin değil, bir mekânın insanı oluyorsun. Bir kahvecide oturuyorsun, ama orada olmak bile bir “varlık bildirimi” artık. Herkesin varlığı bir hikaye, ama hikayelerin hepsi birbirinin kopyası. Ve üzüldüğüm, bu anlamsızlıkta bile insanlar başka anlam aramıyor.
Zenginler, özgürlükten söz ediyor; yoksullar, hayatta kalmaktan. Birileri geleceği tasarlıyor; diğerleri bugünü bitirmeye çalışıyor. Ve aradaki fark, artık yalnızca gelir değil, anlam farkı.
Oysa saygınlık, varlıkla değil, varlığınla ölçülür. Gerçek zenginlik ne kadarına sahip olduğun değil, ne kadarını anlamlı kullandığındadır. Bazı insanlar parayla etki yaratır; bazıları bir kelimeyle. Ben hâlâ kelimelerin bir değeri olsun istiyorum, her şeyin fiyatının olduğu bir ülkede bile.
Çünkü içimde bir kırıntı kaldı. Bir inat belki. Bir fikrin hala anlamı olabileceğine, bir kelimenin bile bir şeyi değiştirebileceğine dair bir inat. Çünkü paranın satın alamadığı son şey, anlamdır. Ve anlamı korumak, belki de bu çağda insan kalmanın son yolu.