Birbirini anlamayan iki kafa

Usta şair Can Yücel der ki;

En uzak mesafe ne Afrika'dır, ne Çin, ne Hindistan,

Ne seyyareler ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...

En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir

birbirini anlamayan !

----

Memleketin siyasetçileri, sanki aynı odada dursalar oksijen azalacakmış gibi uzak duruyor birbirlerinden. İnsanın aklına ister istemez eski diplomatların o meşhur sözü geliyor;

“Savaşta bile müzakere kapısı kapatılmaz.”

Bizde ise barış zamanında bile kulaklar beton dökülmüş kadar tıkalı.

Paylaşılamayanın ne olduğunu uzun uzun anlatmaya da gerek yok aslında. Bir taraf koltuğun köşesine göz dikmiş, öteki taraf koltuğun bacaklarına… Kimse aklına şu basit soruyu getirmiyor: Bu koltuk kim içindir? Halk için mi yoksa kendiniz için mi? Şüphesiz ki halk içindir. Dolayısıyla, siyaseti de kendiniz için değil halk için yapmalısınız. Bunun için halk yararına bir diyalog geliştirmelisiniz. Birbirinin düşmanı değilsiniz. Aranızda bir “dostluk hukuku” olmalı.

Kaldı ki “düşman hukuku” dediğimiz şey, aslında iç savaşların en masumudur. Sözcüklerle, imalarla, sosyal medya nutuklarıyla sürdürülen bir iç gerilim… Ne top atışı var, ne barikat… Ama ruhlar yorgun, toplum yorgun, vicdanlar yorgun. Bir türlü kabul edilemeyen o basit hakikat şudur: Aynı ülkenin insanlarıyız ve birbirimizi günün sonunda yine burada bulacağız. Kaçacak ya da gidecek başka yer yok. Ama anlaşılan o ki saklanacak çok yer var.

***

Kişisel ego meselesine gelirsek…

Egosu olmayana siyasetçi demek mümkün değil. Ancak egonun siyaseti teslim aldığı yerde demokrasi hafifler, özgürlükler soluklaşır, hukuk nefes darlığı çeker. Şehirdeki tramvay bile bu ağırlığı kaldıramaz; rayları gıcırdar.

Toplumun talep ettiği siyaset ise hâlâ bir kenarda, bağımsız bir kitapçıda tozlanmış bir şiir kitabı gibi bekliyor. Kimse açıp okumuyor. Kimse dönüp kendi kendine sormuyor:

“Biz bu ülkeyi niye yönetiyoruz?”

Demokrasiden ne kadar uzaklaşırsak, huzur sırasından da o kadar düşüyoruz. Uluslararası mutluluk endekslerinde hızla derinlere doğru gidiyoruz. Öyle derinlere ki, neredeyse kürek çekmek gerek yukarı çıkmak için. Ama bazıları hâlâ aynaya bakıp bununla gurur duyabilecek kadar şaşı bakıyor. Zaman zaman ülke meselelerini, sanki bir futbol derbisindeki “tribün kavgası” gibi ele alıyorlar. Taraftar çok, akıl az. Ve bu noktada insanın içinden, yaşını başını almış bir bilgenin sakin tonuyla söylemek geliyor:

“Buna ne hakkınız var?”

Toplumun huzurunu tüketme lüksünüz yok. Demokrasiyi saklambaç oyunu gibi bir kenara atma yetkiniz hiç yok. Özgürlüğü, hanlar hamamlar gibi harcama hakkınız ise asla olamaz.

Hal böyleyken yine de umut yok değil. Çünkü bu topraklarda her şey eksilir ama umut tükenmez ve bir tek sağduyu gizli bir ustalıkla yeniden filizlenir.

Toplum yorulur ama vazgeçmez…

Düşünce susturulur ama gün gelir çığlık olur.

Demokrasi unutulur ama gün gelir kapıyı çalar.

O kapı çaldığında umarım içeridekiler nihayet bir araya gelmeyi başarır. Çünkü birlikte yaşamaktan başka bir şansımız yok ve birlikte yaşamanın hâlâ bir onuru var.