Aydın, Halk ve Taklit Aristokrasi

Aydın olmak ile okumuş olmak arasındaki fark, çoğu zaman diplomanın görünmez çizgisinde kaybolur. Okumuş insan bilgiyi edinir; aydın ise o bilginin ağırlığını taşımayı göze alır. Okumuş insan kavrayışını kişisel bir sermayeye dönüştürürken, aydın onu toplumsal bir sorumluluk biçiminde sırtlanır. Bu yüzden aydın, yalnızca bilen değildir; bildiğinin bedelini ödemeye razı olandır.

Peki, bilgi arttıkça insan halktan kopar mı? Yahut hakikati kavrayabilen kişi, hakikatin uzandığı en ücra yere, yani halkın gündelik hayatının içine daha mı yaklaşır? Bu soru, aydının asırlardır taşıdığı çelişkinin merkezindedir. Halktan kopmak, aslında çoğu zaman halkı “nesne” hâline getiren bakışın sonucudur. Kendini bilginin efendisi sayan, bilgisini bir merdiven gibi kullanarak yükseldiğine inanan kişi, halkı geride bırakır, çünkü halkı bir “arkada kalan” olarak görmeye baslar. Oysa gerçek aydın, kendisi yükselirken taşıdığı merdiveni, gerçeği daha iyi görmek için değil, başkalarına bir basamak tutabilmek için taşır.

Aydının halkla kurduğu ilişki, bu nedenle iki uç arasında salınır: Üstten bakan, halkı cehaletle suçlayan “bilgili kibir” ile, toplumdaki kırılmayı görüp onarmaya çalışan “sorumlu bilgelik”. Birincisi, aydını bir tür seküler aristokrasiye dönüştürür; ikincisi ise onu kırılgan, yalnız ama sahici bir etik sorumluluğun içine yerleştirir. Halkı suçlayan aydın, kolay ve gürültülü bir yola sapar; toplumu anlamaya çalışan ise sessiz ve yorucu bir yola. Çünkü anlamak, suçlamaktan daha ağırdır.

Aydın neden yorulur? Çünkü hakikatin çoğu zaman talibi azdır. Aydın, kendi gerçekliğinin karşılık bulmadığını gördüğünde, sesi kalabalığa değil yalnızca küçük bir zümreye çarpıp geri döndüğünde, düşünce sarayının aslında ne kadar dar olduğunu fark eder. Aklın keskinliği, toplumun karmaşasıyla çarpıştığında yıpranır. Bu yorgunluk, çoğu zaman bir yabancılaşmaya dönüşür: Aydın, halkla konuşamayacak kadar farklı, aristokratik çevrelerin parçası olamayacak kadar rahatsız edici, neo-zengin sofralarına oturamayacak kadar talepkar olur.

Bu noktada aydının trajedisi belirir: Halkla neo-zenginler, değer üretenlerle servet devşirenler, sessizlik içinde yaşayanlarla gürültüyle yükselenler arasında kalmış bir figür. Aydın, halkın diliyle konuşmaya çalıştığında anlaşılmama korkusuyla, elitlerin diliyle konuştuğunda ise ihanete düşme endişesiyle yaşar. Bu yüzden aydın, çoğu zaman iki dünya arasında bir sarkacın üzerinde yürür: Bir ayağı kıt kanaat yaşayan insanların adalet arayışında, diğeri kendine mekan arayan bir entelektüel kültürün kapısında.

Peki ya aydınların neo-zenginleri entelektüel çevrelere davet etmesi? Bu, düşüncenin itibarsızlaşmasının en görünür anıdır. Çünkü neo-zengin, henüz “zenginliği” taşıyamazken, entelektüel sermayeyi hiç taşıyamaz. Aristokrasi, hakikate duyulan asırlık bir mesafe kültürüdür; neo-zenginlik ise güç ve görünürlük şehveti. Bilgi, yalnızca paranın gücüyle elde edilmeye kalkıldığında yozlaşır; aydınların buna gönüllü olması ise bir tür teslimiyettir. Zira aslında neo-zenginlerin erişemediği tek yer, dakiklik ve tutarlılık kadar, düşüncenin kendisidir: Düşünceye sahip olmak para ile değil, bedelle mümkündür.

Sonunda şu acı ama kaçınılmaz hakikat kalır: Aydın olmak bir sınıfa dahil olmak değil, bir mesuliyete dahil olmaktır. Aydın, halkın yanında olur ama halkın içinde kaybolmaz; gerçeği gösterir ama gerçeği dayatmaz; toplumdaki kırılmayı fark eder ve onarmaya çalışır ama toplumu yeniden kurabileceği vehmine kapılmaz. Aydın, gecenin ortasında yalnız bir fener taşır; kimi zaman kimse o ışığa bakmaz, kimi zaman o feneri taşıdığı için saldırıya uğrar. Ama yine de taşır.

Belki de aydını ayakta tutan tek şey, halkla ne kadar yakın ne kadar uzak olması gerektiğini bilmek değil; kendi iç dünyasında kurduğu hesap verilebilirliği bilmesidir. Aydın, her şeyden önce kendisine karşı sorumlu kalan kişidir. Ve belki de bu yüzden yorulur, ama yine de vazgeçmez. Çünkü aydın, toplumun azınlığında değil, vicdanının çoğunluğunda yaşar.