Ateş ve su

Modern Türk şiirinde, özellikle 1950 sonrası dönemde, doğa imgesinin insanın varlık kaygısıyla özdeşleştiği bir dönüşüm yaşanmıştır.

“Gözlerinin kıyısında yanar bir ada, /ateşten doğmuş, sudan saklanmış./Her nefesin bir gidiş,/ her bakışın bir dönüşsüz çağrı./ Gecenin göğsüne dokundum dün,/ sessizliği kan gibi aktı elimden./ Kelimeler, zincirini kırmak isteyen kuşlar—/ama hep gökyüzüne çarpıyor kanatları./Beni unutma, çünkü unutanlar kendini de kaybeder./Bir gün rüzgâr, adını toprağa fısıldar,/ve ben o sesi duymak için yeniden doğarım./ Aşk, kırık bir aynanın içinde çoğalıyor,/ölümse yalnızca / bir damlanın denize kavuşması.” “Küller ve Su” başlıklı şiirimi paylaşıyorum sizlerle.

Şiirde klasik zıtlıkların —ateş ve su, yaşam ve ölüm, hatırlamak ve unutmak— iç içe geçerek anlam çoğaltan bir şiirsel yapıya dönüştüğü ortaya çıkıyor. Şiirin ilk dizesi, “Gözlerinin kıyısında yanar bir ada,” okuyucuyu hem görsel hem de duygusal bir alanın sınırına yerleştirir. Ada, yalnızlığın ve içsel sığınmanın simgesi iken, onun “yanar” oluşu bu sükûnun içinde bile hareketli, dönüştürücü bir enerjinin varlığını ima eder. Şiirdeki ateş ve su karşıtlığı yüzeyde bir çatışmayı çağrıştırsa da, metin boyunca bu iki öğe birbirine doğru evrilir. “Ateşten doğmuş, sudan saklanmış” dizesi, yaratılışın kendisini koruma içgüdüsüne karşı koyan bir varoluş arzusuna işaret eder. Su burada söndürücü değil, saklayıcıdır; yani ölümü değil, geçici bir uyku hâlini temsil eder. Bu yaklaşım, mistik gelenekteki “ölmeden önce ölmek” düşüncesiyle de örtüşür. Ateş, benliğin yanışını; su ise bu yanışın arınmaya dönüşmesini simgeler. Dolayısıyla şiir, ölüm kavramını bir son değil, dönüşümün kaçınılmaz halkası olarak kurgular.

“Beni unutma, çünkü unutanlar kendini de kaybeder” dizesi, bireysel hafızayı ontolojik bir temele taşır. Şiir, hatırlamanın yalnızca geçmişe ait bir eylem değil, var olmanın kendisi olduğuna vurgu yapar. Rüzgârın “adını toprağa fısıldaması” doğa ile insan arasındaki sınırın silindiği bir metafor alanı yaratır. Burada isim, varlığın özüyle eşdeğer hâle gelir; dolayısıyla unutmak, yalnızca birini değil, evrenle olan bağı da kaybetmektir. Şiirdeki “Kelimeler, zincirini kırmak isteyen kuşlar” benzetmesi, dilin sınırlarına ve şiirin kendine dönük farkındalığına işaret eder. Sözcükler özgürleşmek ister; ancak “hep gökyüzüne çarpıyor kanatları” ifadesi, anlamın erişilemezliğini, yani insanın varlığı dile dökerken karşılaştığı trajik çıkmazı simgeler. Sessizlik, bu bağlamda yenilgi değil, yeni bir başlangıcın alanıdır. Şairin dili, suskunlukla anlam arasında gidip gelen bir nabız gibidir.

Finalde yer alan “Aşk, kırık bir aynanın içinde çoğalıyor” dizesi, benliğin parçalanarak çoğalmasını temsil eder. Aşk, tıpkı kırık aynalar gibi, tek bir hakikati değil, sayısız yansımasını üretir. Ölüm ise bu çokluğun nihai birleşim noktasıdır: “Bir damlanın denize kavuşması.” Böylece şiir, bireyin kozmik bütünlükle birleşme arzusu üzerine kurulu bir varlık düşüncesine ulaşır.

Küller ve Su, çağdaş Türk şiirinde doğa imgesini yeniden varoluşsal bir dile dönüştüren güçlü bir örnektir. Ateş ve su, burada artık birbirini yok eden değil, birbirinde anlam bulan iki varlık hâline gelir. Şiir, hatırlamanın direniş, unutmanın ise kendini kaybetme biçimi olduğunu sezdirir. Yaşam ile ölüm arasındaki çizgi, bir damlanın denize kavuştuğu o an kadar ince ve kaçınılmazdır.