YAŞAM

Ata’nın emaneti düşünce ve üretim

“Tam bağımsızlık demek, elbette siyaset, maliye, ekonomi, adalet, askerlik, kültür gibi her alanda tam bağımsızlık ve özgürlük demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve yurdun gerçek anlamıyla bütün bağımsızlığından yoksunluğu demektir.” Mustafa Kemal Atatürk

Atatürk’ün sözleri, yalnızca bir dönemin siyasi hedefini değil, bir milletin varoluş felsefesini özetler. Çünkü bağımsızlık, bir ulus için sadece sınırların korunmasıyla değil, aynı zamanda düşünce, üretim ve irade özgürlüğüyle anlam kazanır.

Atatürk’e göre bağımsızlık, bir ülkenin herhangi bir alanda dışa bağımlı hale gelmesiyle zedelenir. Siyasi kararlar dış baskılarla alınıyorsa, ekonomik düzen dış kaynaklara mahkûmsa, kültürel kimlik başka milletlerin etkisi altında eriyorsa, o toplum gerçek anlamda özgür değildir. Dolayısıyla tam bağımsızlık, bir bütündür; parçalanamaz, ertelenemez ve pazarlık konusu yapılamaz.

Bir milletin gerçek gücü, kendi kaynaklarına, kendi aklına ve kendi inancına duyduğu güvenle ölçülür. Atatürk’ün deyişiyle, bu güveni kaybetmek, bağımsızlığı kaybetmekle eşdeğerdir. Bu nedenle tam bağımsızlık, sadece bir devlet politikası değil, bir halk bilincidir, ulusal onurun, özgür düşüncenin ve çağdaşlaşmanın temel taşıdır. Pazartesi 10 Kasım Atatürk’ü Anma Günü. Ben de 10 Kasım yaklaşırken, ‘Kitap Saati’nde önderimiz, liderimiz, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kurucusu, Ata’mız Mustafa Kemal Atatürk’ü saygı, minnet ve özlemle anıyorum.

Ata’mız vatanı gençliğe emanet etmişti ve ‘Gençliğe Hitabe’ ile yeni nesillere seslenmişti. Gençliğe Hitabe’yi sizlerle paylaşıyorum:

“Ey Türk gençliği!

Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet’i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!”

Allah ile Diyaloglar

Ümit Yaşar Işıkhan

Şair-yazar Ümit Yaşar Işıkhan’ın Yeni Alan Yayıncılık’tan çıkan “Allah ile Diyaloglar” adlı kitabı, klasik dini söylemin çok ötesine geçerek birey ile Tanrı arasındaki ilişkiyi derin bir içsel sorgulama düzleminde ele alır. Eser, inanç, varoluş, merhamet, adalet ve insanın iç dünyasındaki çelişkiler üzerine şiirsel ve felsefi bir dille düşünür. Kitap, Tanrı ile insan arasında geçen bir iç konuşma biçiminde kurgulanmıştır. Bu diyalog, dogmatik bir hitap ya da tek yönlü bir yakarış değil; sorgulayan, düşünen, zaman zaman hesap soran bir insanın sesidir. Bu yönüyle modern edebiyatta nadir rastlanan bir “teolojik iç monolog” örneği sunar.

Işıkhan, dini veya mezhebi bir çerçeveden ziyade evrensel bir insani duygudaşlık dili kullanır. Tanrı’yı korku değil, sevgi ve anlayışın kaynağı olarak yorumlar. Bu tutum, hem felsefi hem de etik bir derinlik kazandırır. Duygusal yoğunluk, sade ama etkileyici bir dil ve sembolik anlatımlar, eseri hem edebi hem de manevi açıdan güçlü kılar.Eserin genel etkisi, okuyucuda bir “hesaplaşma” değil, bir “yakınlaşma” duygusu uyandırır. Tanrı’yla yapılan bu diyalog aslında insanın kendi vicdanıyla, sevgisiyle, korkularıyla konuşmasıdır. Kısaca söylemek gerekirse, “Allah ile Diyaloglar”, Ümit Yaşar Işıkhan’ın insanın içsel Tanrı arayışını özgün bir biçimde dile getirdiği, hem edebi hem düşünsel olarak farklı bir derinlik taşıyan bir eserdir.

Kitabın tanıtım metni ise şöyle: Bahee,vefat edinceye kadar Deyrulzafaran Manastırın simgesiydi.Manastıra giden onu görmeden, şakalaşmadan geri dönmezdi.Büyük, küçük herkes onu severdi.Bahee evrensel bir kimliğe sahipti. Dil, din, ırk ayrımı olmaksızın. Netice itibariyle: yeryüzünde bir melek olduğunu dersem yanlış olmaz. Çünkü hiç kimseye karşı kin nefret beslemedi. Hile nedir bilmezdi. Yüreği saf ve temizdi. Sadece annesini hatırladığında çok sinirleniyordu. “Neden beni terk edip gitmiştir” diyordu. Mardin Kırklar Kilisesi Ruhanisi- Araştırmacı Yazar Horiepiskopos Gabriel Akyüz

Günübirlik

Hande Baba

Modern Türk öykücülüğü, her dönemde kendi zamanının tanıklığını üstlenmiş güçlü kalemlerle yoluna devam ediyor. Bu kalemlerden biri de Hande Baba. Onun öykülerinde karşımıza çıkan en belirgin nitelik, görünmeyeni görünür kılma arzusu. Beşinci kitabında, alışılmış anlamda bir “kahraman”a rastlamayız. Çünkü Hande Baba’nın öyküleri, kahramanların değil, hayatta kalmaya çalışan sıradan insanların hikâyeleridir. O, anlatının merkezine sahici, sessiz, çoğu zaman fark edilmeyen hayatları yerleştirir. Bu yönüyle öykü, bir tür toplumsal vicdan haritasına dönüşür. Yazar Hande Baba’nın Kekeme Yayınları’ndan çıkan “Günübirlik”in hikâyeleri ne bir trajediyi abartır ne de kahramanlaştırır. Aksine, yaşamın çıplak gerçekliğini, insana dokunan ayrıntılarla anlatır. Dut ağaçlarının altından geçen bir çocuk, haber bültenlerinden sızan bir yüz, yıllar öncesinden kalmış bir oyuncak… Hande Baba, bu ayrıntılarda insanın varoluşuna dair evrensel bir sızı yakalar.

Her bir öykü, titizlikle işlenmiş bir dokuya sahiptir. Duygusal yoğunluğu, sade bir dilin arkasında derinleşir. Bu, Hande Baba’nın güçlü gözlem gücünün bir sonucudur. Onun metinlerinde her cümle, bir fotoğraf karesi gibi düşünülmüştür, ışığıyla, gölgesiyle, eksikleriyle. Bu yüzden okur, yalnızca bir hikâyeyi değil, bir hayatın içini hisseder.

Hande Baba’nın öykülerine sinmiş belirgin bir duyarlılık vardır; bu duyarlılık, metinleri bir “anne şefkati”yle sarmalar. Yazar, karakterlerini yargılamaz; onlara acımaz da. Onları sessizce dinler, yaralarını tanır, sonra okurun önüne bırakır. O noktada artık sözü vicdan alır. Çünkü Hande Baba’nın öykülerinde asıl konuşan, insanın iç sesi ve yüzleşme anıdır.

Bu yüzleşme, yalnızca karakterlerin değil, okurun da kendi karanlığıyla karşılaşmasını sağlar. Yazar, “ayrımcılığın hayatımıza sinmiş türlü hâlini” görünür kılar; ırkın, sınıfın, cinsiyetin, yoksulluğun ve sessizliğin biçim değiştirmiş adaletsizliklerine dokunur. Her öykü, bir kara yaprak gibi düşer okurun eline, sessiz ama ağır.

İki Söz Arası

Seval Arslan

İnsanın varoluş serüveni, sesin söze, sözün yazıya dönüşmesiyle anlam kazanmıştır. Tarih, bir bakıma bu dönüşümün kaydını tutar; yazının icadıyla birlikte insanlık kendine bir ayna bulmuştur. Ses artık uçucu değildir, zamanın içinde yankılanan kalıcı bir biçime bürünür. Horatius’un “yazar olmak istiyorsanız, yazın” sözü, sadece bir eylem çağrısı değil; aynı zamanda insanın kendi varlığını yeniden inşa etme iradesinin ifadesidir. Yazmak, varlığın biçimlenişidir.

Şair, yazar Seval Arslan, bu biçimlenişin çağdaş temsilcilerinden biridir. Onun yazı dünyası, sadece bir türden diğerine geçişin değil, düşüncenin evrilme sürecinin de izlerini taşır. Şiirden öyküye, eleştiriden denemeye uzanan üretim çizgisi, yazarın sözcüklerle kurduğu felsefi diyaloğun zenginliğini gösterir. Arslan’ın yazınında her metin, insana dair bir sorgulamanın, bir iç yolculuğun alanıdır. Bu nedenle onun eserleri yalnızca okunmaz; yaşanır, hissedilir, yeniden düşünülür.

Arslan’ın Kanguru Yayınları’ndan çıkan “İki Söz Arası” adlı eseri, insanın hem bireysel hem toplumsal varoluş katmanlarını sorgulayan bir düşünce laboratuvarı gibidir. Kitapta mitolojinin kadim kaynaklarından modern dünyanın kırılgan sınırlarına uzanan bir düşünsel akış hissedilir. Mit, burada sadece geçmişin bir kalıntısı değil, insanlığın bilinçaltını aydınlatan bir aynadır. Arslan, bu aynayı bugünün diliyle yeniden cilalar; böylece her öykü, her düşünce parçası, tarihsel sürekliliğin yeni bir biçimini temsil eder.

Eserde karşımıza çıkan dil, bir “kılavuz dil”dir: okuru yönlendirir ama buyurmaz; düşündürür, ama dayatmaz. Yazar, kelimeler aracılığıyla bir etik sorumluluk alanı inşa eder. Çünkü onun için yazmak, yalnızca estetik bir eylem değil; toplumsal belleği diri tutmanın, unutulmuş izleri yeniden görünür kılmanın bir yoludur.

Seval Arslan’ın metinlerinde sıkça karşılaşılan yönelim, bireysel bilinçten toplumsal farkındalığa geçiştir.

“Ben”in sınırları, “biz”in ortak bilincinde çözülür. Sanatın, hukukun, dilin ve vicdanın kesişiminde kurulan bu düşünsel yapı, okuru hem tanıklığa hem de eyleme çağırır. Bu noktada Arslan’ın yazısı, salt bir anlatı olmaktan çıkar, bir pratiğe dönüşür. Düşünen, dönüştüren ve sorumluluk üstlenen bir dil haline gelir.

Arslan’ın amacı, karanlıkta kalan alanları aydınlatmak, tarih bilincini bir duyarlılığa dönüştürmektir. Onun dünyasında “aydınlık”, yalnızca ışığın metaforu değildir; aynı zamanda bilincin, direncin ve dayanışmanın simgesidir.

Boşluk

Ahmet Karbeş

Şair-yazar Ahmet Karbeş’in ADA Yayınevi’nden çıkan ‘Boşluk’ isimli şiir kitabıyla, şiir sevdalılarıyla buluşuyor.

“Yar/a

Mevsimsiz bir zaman dilimindeyim/ Düşlerimin mavisindeki o yitik ülkede/ Ve sen;/ Ruhumdaki hücreden/ Hendek kazarak kaçmış bir firari/ Bir mavi ide’ydin./Sen şimdi maviciğim, rengim/ Mavi’yi sıradan bir renk sanırsın, sanma/ Yapma aldanırsın./Elimi uzatıp yıldızlardan sana/ En mavi buseyi, bir gamze gibi/ Senin mavi gülüşüne/ Nakşedeceğim…”

Ahmet Karbeş’in şiirlerinde dikkat çeken en belirgin özellik, sözcüklerin arasındaki sessizliğin gücüdür. Şair, söylenmeyenlerin şiirini yazar. Her dize, bir başka dizenin suskunluğunu taşır. “Boşluk”ta anlatılan duygular, kelimelerle doldurulmak için değil; hissettirmek, düşündürmek ve derin bir iç sessizliğe çağırmak içindir.

Karbeş, biçimsel olarak da geleneksel şiir kalıplarına sıkışmadan özgür bir anlatım dili kuruyor. Dizeler bazen yarım kalıyor, bazen devrikleşiyor; ama her biri, duygunun doğallığını ve şiirsel ritmi koruyor. Ahmet Karbeş, “Boşluk”la birlikte Türk şiirinde kendine özgü bir ses yaratma iddiasını da ortaya koyuyor. Onun şiirinde duygular keskin ama ölçülü, imgeler yoğun ama anlaşılmaz değil.

Biraz da Gülelim

Evinizi de Hatırlayın

Nasreddin Hoca günün birinde hastalanır. Yatak yorgan derken, Hoca’ya geçmiş olsun ziyaretleri başlar. Bir gün böyle, iki gün böyle… Bu arada Hoca da yatağın içerisinde ağrıların etkisiyle kıvranmaktadır. Geçmiş olsuna gelen komşular da ilk geldiklerinde; “Hocam, geçmiş olsun, ne oldu, nasılsın?” dedikten sonra hastayı bırakıp kendi aralarında sohbeti koyulaştırmaktadırlar. Hoca’nın hanımı da gelenlere şerbet ikram etmekte, bu arada vakit de ilerlemektedir. Çünkü her gelen oturmakta, bir türlü kalkmayı hatırlayamamaktadır. Hocanın ağrısı çoktur ama misafirlere de “Kalkın gidin,” diyemez. Ne kadar inlerse de, sızılarsa da, oflarsa da hepsi boşuna… Bütün bu ofultuların sonunda hiç kimse yerinden bile kıpırdamaz. Vakit epeyce ilerleyince misafirlerden birisi; “Hocam, kusura bakma, geç oldu biz gidelim, daha sonra yine geliriz. Bir emrin olursa haberimiz olsun.” deyince, Hoca taşı gediğine koyuverir: “Vallahi komşular bu öğüdümü iyi öğrenin: Bundan sonra hasta ziyaretine gittiğinizde evinizi de hatırlayın, başka bir diyeceğim yok, haydin güle güle.”

Çocuklar ve gençler için Atatürk kitapları

Atatürk, geleceği çocuklara ve gençlere emanet ederken, onların bilinçli ve sorgulayıcı bireyler olmasını istemiştir. Çocuklara yönelik Atatürk kitapları; sadeleştirilmiş anlatımları, renkli çizimleri ve yaşa uygun dil kullanımıyla küçük yaşlardan itibaren Cumhuriyet bilincini kazandırmayı hedefler.

Gençlik kitapları ise Atatürk’ün düşünce dünyasını, inkılaplarını ve liderlik yönünü daha derinlemesine ele alır. Kitaplar, bir tarih anlatısından çok daha fazlasıdır: özgür düşünmeyi, sorumluluk almayı ve bilime inancı öğretir.

Okullarda okutulan tarih kitapları Atatürk’ün hayatını genel hatlarıyla anlatırken, çocuk kitapları bu bilgiyi duygusal bağ kurarak derinleştirir.Bir çocuk Atatürk’ün matematik sevgisini, okuma merakını ya da doğa tutkusunu öğrenirse; onun “insani” yönünü keşfeder. Atatürk, sadece ders kitaplarında adı geçen bir figür olmaktan çıkar; çocuğun günlük yaşamında ilham aldığı bir rehbere dönüşür.

Tuğçe Yerdelen ile Kitap Saati