Çok partili sistemin ilk on yılı sonunda yaşanan 27 Mayıs 1960 darbesi, Türkiye demokrasisinin erginleşmesini, sorunlarını kendi içinde çözmesini engelleyen büyük bir talihsizlik oldu.
***
1923’de kurulan cumhuriyet, otoriter-modernleşmeci bir ‘Tek Parti’ yönetimiydi. İkinci Dünya Savaşından sonra -Sovyet tehlikesi karşısında- Türkiye’nin haklı ve akılcı bir tutumla batı demokrasilerini tercih etmesi, tek parti yönetimine son vermeyi gerektirdi.
1946’da başlayan yeni süreçte kurulan Demokrat Parti (DP), 1950 seçimini kazandı.
Genel Başkan Celal Bayar (Atatürk’ün son başbakanıydı) cumhurbaşkanı seçilince -muhalefette savunduğu ilkeye bağlı kalarak- genel başkanlıktan ayrıldı.
Kuruculardan Adnan Menderes yeni genel başkan ve başbakan oldu.
DP’nin kurucu kadroları ‘Tek Parti’ içinde uzun yıllar görev yapmış, bilgi ve deneyimlerini CHP’de kazanmış siyasetçilerdi. Bayar ve Refik Koraltan 1920’den beri Meclis üyesi, Menderes 1931’den ve Fuat Köprülü 1935’den itibaren CHP milletvekiliydi. İktidar anlayışlarının belirlenmesinde CHP deneyimi etkili ve belirleyici olmuştu.
1946’dan 1950’ye giden süreçte İsmet Paşa (İnönü) ve Bayar’ın deneyimlerinin, kriz çözücü yaklaşımlarının katkısı inkar edilemez. İsmet İnönü, 1946 sonrasında muhalefet partilerinin hukukunu koruyan ve 1950’ye esenlikle varılmasını sağlayan önemli bir rol üstlenirken, Bayar da bu süreçte, partisi içindeki radikallerin eleştirilerine karşın, dengeli bir muhalefet çizgisiyle sürecin başarıya ulaşmasında etkili oldu.
***
Ancak CHP yönetimi, çok partili sisteme geçerken, yeni sistemin gereksinmelerine dönük hiçbir düzenleme yapmamıştı. Seçim sistemi çoğunluk esasına dayalıydı ve adaletli temsile imkan vermiyordu. Öte yandan 1924 Anayasası, parlamenter demokrasiye açık olmakla birlikte, demokrasinin vazgeçilmez ilkesi olan “kuvvetler ayrılığı” konusunda güvence oluşturacak kurallar içermiyordu.
Demokrat Parti, tek parti yönetimine olanak yaratan bu seçim sistemi ve bu anayasayla iktidar oldu; -seçim sisteminin sonucu olarak- aldığı oydan çok daha fazla güçle Meclis’e girdi.
Yeni iktidar 1954’e kadar, muhalefette iken verdiği sözlerin doğrultusunda olumlu adımlar attı. 1951’de çıkarılan Af Yasasıyla, 1938’den beri hapiste olan Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Hikmet Kıvılcımlı gibi tanınmış aydınlar özgürlüğe kavuştu. Yeni bir basın yasası yapıldı. ABD’den gelen yardımların da etkisiyle göreceli bir refah ortamı oluştu.
Ancak, 1954 seçiminde DP’nin oylarının artmasıyla Meclis’te neredeyse tek parti iktidarı oluştu. DP %55 oyla 500, CHP %40 oyla 30, Millet Partisi de %5 oyla 5 milletvekili kazanabilmişti. Artan oy oranı ve milletvekili sayısı, DP’yi daha hoşgörülü ve kucaklayıcı yapmak yerine, daha otoriter bir parti olmaya itmiş görünüyordu. Millet Partisi’nin kazandığı tek il olan Kırşehir cezalandırıldı, il olmaktan çıkarıldı, ilçe yapıldı.
***
DP yöneticileri, özellikle Menderes, bu Meclis çoğunluğunun, seçim sisteminin haksız armağanı olduğunu biliyor; 5-10 puanlık oy değişikliğinin durumu tam tersine çevirebileceğini görüyordu. Otoriterleşme, her şeye egemen olma, tek parti dönemine özenme arayışları böyle başladı.
Partinin kuruluş ilke ve değerlerinden sapması içeride önemli itiraz ve eleştirilere yol açtı. 1955 sonunda, aralarında kurucular ve eski bakanların da bulunduğu önemli isimler, ‘ispat hakkı’ tartışması sonucunda partiden koptular; Hürriyet Partisi’ni kurdular. Bu süreçte DP grubu da zaman zaman Menderes ve bakanları hırpalıyor, ağır eleştirilere maruz bırakıyordu.
Bu ortamda, muhalefetin güç birliği arayışlarını akamete uğratan baskın seçim kararıyla erken seçime gidildi, (1957). Devletin partizanlığına, radyoda iktidarın tekelciliğine ve basındaki sansürlere karşın, muhalefetin (CHP/ HürP/ MP) oy toplamı ilk kez Demokrat Partiyi geçti. Muhalefetin artan oyuna karşın, seçim sisteminin yardımıyla DP -oy oranı ve milletvekili sayısı azalarak da olsa- yine tek başına iktidar oldu.
Ancak bu seçim, bu kez tam anlamıyla bir Pirus zaferiydi. DP ileri gelenleri, ortamı yatıştırmak yerine, gerginliği sürdürmeyi seçti. Sansür ve gazeteci cezalandırmalar sürüyor; Vatan Cephesi adı altında vatandaş iktidar saflarına katılmaya zorlanıyordu.
Meclis’te Tahkikat Komisyonu adıyla bir siyasi kurul, sağduyulu DP’lilerin ve Ord. Prof. Ali Fuat Başgil gibi -DP yanlısı bilinen- hukuk bilginlerinin uyarılarına karşın olağanüstü yetkilerle muhalefeti tehdit ediyordu. Doğrusu, bütün bu baskıcı yöntemler karşısında muhalefetin yıldığı, geri adım attığı da söylenemez. Tam tersine, muhalefet de, ortamı gerecek söz ve davranışlarda iktidardan pek geri kalmıyordu.
***
Bütün bu akıl tutulması içinde ülke, 27 Mayıs 1960 sabahı bir askeri darbe ile karşılaştı. Çeşitli rütbelerdeki 38 subay, eski Kara Kuvvetleri Komutanı Orgenerali Cemal Gürsel’i ‘Devlet ve Hükümet Başkanı’ ilan ederek yönetime el koydu. TBMM kapatıldı, iktidar milletvekilleri hapsedildi. Halk oyuna dayalı cumhuriyet yönetimi fiilen ve hukuken sona ermişti. Devrin muhalefet yanlısı bazı gazeteleri, cunta üyelerini “İkinci Cumhuriyetin Kurucuları” olarak kamuoyuna tanıtıyordu. (Bugün ‘sol’ çevrelerde bu deyim siyasi suçlama olarak kullanılıyor).
Yassıada’da kurulan olağanüstü mahkemelerde ağır ve haksız kararlar verildi. Dışişleri Bakanı Zorlu ve Maliye Bakanı Polatkan ile Başbakan Menderes asılarak cezalandırıldı. Başta Bayar olmak üzere çok sayıda DP milletvekili ağır cezalarla mahkum edildiler. Üç seçim kazanmış, milyonlarca taraftarı olan bir siyasi parti, DP, temelli kapatıldı.
27 Mayıs 1960, çok partili sistemde deneyimi olmayan genç bir demokrasiye, çocukluk çağında ağır bir darbe etkisi yaptı. Üç önemli devlet yöneticisini, siyaseten tartışılabilecek iş ve işlemleri yüzünden idam etmekle, toplum vicdanında onulmaz yaralar açtı. Türkiye demokrasisinde travma, daha da vahimi bedelini ilerideki yıllarda başka masumların ödeyeceği bir kan davası yarattı.
Çok partili sistemde ilk iktidar değişikliğinin onuncu yılında yaşanan travma, Türkiye demokrasisinin erginleşmesini, kendi sorunlarını kendi içinde çözebilmesini engelledi.
1971 ve 1980 müdahale ve darbelerinin de yolunu açtı.
***
Buna karşılık bazı çevrelerde, 27 Mayıs’ı sonraki darbelerden ayrı tutan bir eğilim var.
Bu çevreler, 27 Mayıs’a DP iktidarının tutumunun yol açtığını, darbeyi neredeyse zorunlu kıldığını savunuyor.
DP iktidarının sistemi tıkayan, konumunu perçinlemek için hukuku ve iç güvenliği zorlayan arayışlara girdiği doğrudur. Ancak, 1957’de erken seçime giden iktidarın, bu güçlükler karşısısında yine seçime gitmekten başka yapabileceği şey de yoktu. Nitekim, Menderes’in haziran başında seçim tarihini açıklayacağına ilişkin bilgiler var.
Ancak, “seçim ilan edilseydi darbe olmazdı” demek de çok doğru görünmüyor. Bazı darbecilerin belki seçim ilanının önünü kesmeyi amaçladıkları bile düşünülebilir. Olaylar gösterdi ki, darbe komitesinde önemli bir grubun -Türkeş ve arkadaşlarının- derdi, demokrasinin yeniden işlemesi değildi; onlar gerginliği fırsat bilerek iktidara kalıcı biçimde el koymak, BAAS tipi bir yönetim kurmak niyetindeydiler. Nitekim, yeni anayasa ve seçimler, ancak onlar tasfiye edilip yurt dışına sürüldükten sonra mümkün olabildi.
27 Mayıs’ı savunanların ikinci ve asıl gerekçesi ise 1961 Anayasasının yapılmış olması. 1961 Anayasası, bazı vesayetçi düzenleme ve geçici maddelere saklanan antidemokratik hükümlere rağmen, anayasacılık serüvenimizin 1924 ve 1982’ye göre elbette ilerisinde bir belgedir. Ama bu yasanın 27 Mayıs darbesinden sonra yapılması, anayasa için bir kazanım değil, bir kayıp oldu.
1961 Anayasası, darbeyi yapan cuntanın çantasında hazır getirdiği bir metin değil, 1957 seçimlerine giderken üç muhalefet partisinin savunageldiği düşünce ve önerilerden oluşan bir metindi. Eğer, 27 Mayıs’ta darbe yerine, 60’ın sonbaharında ya da 1961’de seçim olsaydı iktidar değişecek, -1957 seçimleri bu işareti vermişti-, yeni anayasa darbenin değil, milletin ve Meclis’in eseri olacaktı.
27 Mayıs öncesi ve sonrasında, çok sayıda gencin öldürüldüğüne ilişkin yalanlar ve özellikle Doğu Anadolu’da, sözde bölücü faaliyet iddiasıyla yapılan eziyet ve sürgünler, sonraki yıllarda her darbenin ve her baskıcı yönetimin, haklılık ve meşruluk arayışıyla başvurduğu yöntemlere örnek oldu.
65 yıl sonra, yaşananlardan çıkaracağımız ders şudur ki, iktidarlar her ne pahasına işbaşında kalmak için hukuku ve sistemi tıkamaya kalkmamalıdır. Böyle yapsalar bile, muhalefet yine de ülkenin ve demokrasinin önünü açmak için sadece ve sadece milletin özgür iradesinden başka hiçbir güce itibar ve iltifat etmemelidir.